Gündem

Birinci Meclis'in meşruluğu ve yasallığı üzerine

Temuçin F. Ertan yazdı: Birinci Meclis, Osmanlı anayasal ve parlamenter geleneğinin bir parçası olmasıyla devamlılık içeren bir gelişme olsa da, monarşik rejimden ayrılışı ve yeni bir iktidar üretmesi yönüyle de kopuşu temsil eder

23 Nisan 2020 00:38

Temuçin F. Ertan[1]

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne giden yol

Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasına giden süreci iki açıdan ele almak mümkün. Birincisi, Mondros Mütarekesi’nin imzalanması sonrasında başlayan işgallere karşı yürütülen mücadelenin Anadolu merkezli olması. Bu konuyu biraz açacak olursak Ankara’da yeni bir meclisin toplanması Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmesinden sonra yayımlanan genelgeler ve toplanan kongrelerin bir sonucuydu. 19 Mayıs 1919-23 Nisan 1920 tarihleri arasındaki hemen her siyasal ve askeri gelişme, Heyet-i Temsiliye’nin toplum nazarındaki ağırlığını arttırmış, özellikle de İstanbul’un işgali üzerine İstanbul’daki Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının toplantılarına ara vermesi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının elini güçlendirmişti. Böylece, Ankara’da meclisin toplanması Milli Mücadele’yi yürüten kadrolar için kritik bir adım oldu. 

İkinci etken, ülkede artık anayasal ve parlamenter yönetim geleneğinin benimsenmiş olmasıdır. Kesintilerle de olsa bir parlamento geleneği olan bir ülkenin başkentinin işgal edilmesi, daha güvenli bir yerde aynı ya da farklı bir parlamentonun de facto toplanmasının yolunu açtı. II. Meşrutiyet döneminin siyaset anlayışı Milli Mücadele’nin bu döneminde de kendisini gösterdi. Aslında söz konusu siyasal geleneğin BMM’nin açılmasıyla tezahür etmesi beklenmedik bir gelişme de değildi. Zira yerel ve ulusal kongreler ile Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri örgütlenmeleri, temsile dayanan bir anlayışın tipik görünümleriydi. Başka bir ifadeyle, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile az ya da çok bağlantısı olan bir kadronun yönettiği Milli Mücadele’nin genel seyrinin parçasıydı Büyük Millet Meclisi’nin açılması.

Meclisin toplanması ve meşruiyet sorunu

16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından resmen işgal edilmesi[2], yeni bir meclisin toplanmasını tetikleyen en önemli olaydı. Bu kritik günlerde Mustafa Kemal, Heyet-i Temsiliye Başkanı olarak 16 Mart’ta ve sonrasındaki günlerde, işgali kınayan ve ülke güvenliği için yapılacakları ifade ettiği talimat, protesto ve beyannamelerden sonra, 19 Mart’ta yeni bir genelge yayınlamıştı[3]. Paşa’nın Ankara’da bir meclisin toplanacağını duyurduğu 19 Mart 1920 tarihli genelgeyi yayınlamasında, bir gün önce 18 Mart’ta İstanbul’daki Mebusan Meclisi’nde toplantıların tehir edilmesine dair alınan karar[4] etkili oldu. Artık İstanbul’daki Meclis’in çalışamayacağı kesinleşmiş ve ülke yasama organından yoksun kalmıştı. Bu yeni durum ise hem hukuksal hem de siyasal açıdan ciddi bir boşluk yaratmış ve Ankara’nın gücünü arttırmıştı. Ayrıca İstanbul’daki pek de sürpriz olmayan bu siyasal gelişme, bir anlamda II. Meşrutiyet döneminin de sonunu getirmişti.

Mustafa Kemal, Heyet-i Temsiliye Başkanı sıfatıyla yayınladığı 19 Mart 1920 tarihli genelgenin hemen başında şöyle demişti: “Devlet merkezinin dahi İtilaf Devletleri tarafından resmen işgali, kanun yapma ve adliye ve icra kuvvetinden ibaret olan devletin milli kuvvetlerini sarsmış ve bu vaziyet karşısında vazife yapmaya imkân göremediğini hükümete resmen tebliğ ederek Meclisi Mebusan dağılmıştır. Şu hâlde, devlet merkezinin dokunulmazlığını, milletin bağımsızlığını ve devletin kurtarılmasını temin edecek tedbirleri düşünmek ve tatbik etmek üzere, millet tarafından fevkalâde salâhiyete sahip bir meclisin Ankara'da toplantıya daveti ve dağılmış olan mebuslardan Ankara'ya gelebileceklerin dahi bu meclise iştirak ettirilmesi zaruri görülmüştür. Dolayısıyla, aşağıda verilen talimat icabınca seçimlerin icrası, vatanperverâne hamiyet ve anlayışınızdan beklenir.”[5] Bu ifadelerle Paşa, mevcut durumu açıklamakla kalmıyor, aynı zamanda ülkenin yeni bir yasama mekanizmasına olan ihtiyacına da vurgu yapıyordu.

Bu genelge tarihsel bağlamda hem sürekliliği hem de kopuşu bünyesinde barındırıyordu. Bazı sosyal bilimcilerin işaret ettiği gibi Ankara’da yeni bir parlamentonun toplanması, Osmanlı Devleti’ndeki anayasal ve parlamenter sürecin bir parçası mıydı? Bir başka deyişle, III. Meşrutiyetin ilanı mıydı?[6] Böyle bir fikri savunanların değerlendirmeleri pek de dayanaksız değildi. Bu yargıyı destekleyecek temel olgu bizatihi genelgenin içindeydi. İstanbul’da dağılmış / dağıtılmış olan Meclisi Mebusan üyelerinin de Ankara’ya gelip yeni Meclis’e katılabilecekleri ifade edilmişti. Konuya anayasal monarşi penceresinden bakıldığında, rejimin ve sistemin (monarşinin ve anayasal yönetimin) devam edeceği gibi bir sonuç çıkarılabilirdi.

Oysa genelgeye geçmişten kopuş açısından bakıldığında farklı sonuçlara ulaşmak mümkün. Mustafa Kemal’in Ankara’da yeni bir meclisin toplanacağını açıklaması, bununla ilgili seçimlerin yapılmasını öngörmesi ve hatta İstanbul’dan gelebilecek mebusların da yeni parlamentoya katılabileceklerini açıklaması, rejim açısından aslında bir kopuşu da yansıtmaktaydı. Kopuş olduğunu gösteren en önemli veri ise mevcut hukuksal mevzuat gereği meclisi toplantıya çağırma yetkisi olmayan bir kişinin bu çağrıyı yapmış olmasıydı. Meclis’in toplantıya çağrılması yetkisi dönemin Meclis Başkanına, Celalettin Arif Bey’e aitti ve nitekim bu konuda da görüş ayrılıkları yaşanacaktı. Çünkü 19 Mart Genelgesi yayınlandığında Meclis-i Mebusan resmen dağıtılmış değildi. Sadece toplantılara ara verilmişti.  Meclisin fesih yetkisi ise Padişaha aitti.

Ama Mustafa Kemal başından itibaren Anadolu’da yeni bir siyasal varlığın peşindeydi.  O artık Osmanlı rejiminden kopmak istiyordu. Atatürk döneminin resmi tarih yazımının önemli bir eseri olan Tarih IV ’teki şu ifadeler bir kopuşun yaşandığının göstergesi olarak okunabilir:Mustafa Kemal bu meclisin bir Meclis-i Müessisan, yani rejimi değiştirmeye salahiyettar bir meclis olması lüzumunu daha o zaman zihninde takarrür ettirmiş ve yazdığı umumun ilk müsveddesinde bu tabiri de kullanmıştı. Fakat umumun kat’i tahririnde halkın ünsiyet etmediği bir tabir olduğu cihetle Salahiyeti fevkaladeye malik bir Meclis denilmesi tercih edilmiştir. (Hatta o zaman gönderilecek mebusların intihabında nazar-ı dikkate alınmak üzere bu meclisin mahiyeti ve salahiyetlerinin ne olacağını telgrafla soran bazı zevata Mustafa Kemal verdiği cevaplarda bunun bir Meclis-i Müessisan [Kurucu Meclis] olacağını fakat bu tabiri şimdiden istimal etmek caiz görülmediğini’ ifade etmiştir.[7]

Seçimlerin Osmanlı Kanun-i Esasi’sine ve yürürlükteki diğer mevzuata aykırı bir şekilde gerçekleştirilecek olması da kopuş argümanını destekler. Osmanlı Devleti’nde bir seçim yasası yapılmadığı için mebus seçimleri 1876 geçici seçim yönetmeliğine göre yapılmıştı. Buna göre, Mustafa Kemal’in yayınladığı seçim yönergesi tümüyle Anayasaya aykırıydı. Çünkü seçimlerde temel idari birim olarak livalar esas alınmasına karşın livaların nüfusu değil, çıkaracağı milletvekili sayısı önem kazanmıştı. Nüfusuna bakılmaksızın her livadan beşer mebus seçilmesi, mevcut seçim mevzuatına aykırı bir uygulamaydı. Yine mebusları salt müntehib-i sâni adı verilen ikinci seçmenlerin seçemeyecek olması ve bunların yanında belediye idare meclisleriyle müdafaa-i hukuk merkezlerinin de seçimlere katılacak olması bu aykırılık durumunu güçlendirmekteydi.[8]

Buna karşılık, konuya Osmanlı Devleti’nin mevzuatı açısından bakıldığında tam aksi bir durum söz konusudur. Osmanlı Devleti’ndeki pozitif hukuk hiyerarşisinin en üst kuralı olan Kanun-i Esasi açısından Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’da yeni bir meclisi toplamasının karşılığı yoktur. Zira yukarıda da bahsedildiği gibi Kanun-i Esasi’ye göre yeni bir meclisin yasama görevine başlamasını sağlamak Padişahın, mevcut meclisi toplamak Meclis Başkanının yetkileri arasındadır. Kanun-i Esasi’de 1909 yılında yapılan değişiklikle “Zât-ı hazret-i Padişahî görülecek lüzum üzerine re'sen yahut meb’usanın ekseriyet-i mutlakası tarafından vuku bulacak taleb-i tahrirîye binaen Meclis-i Umûmî’yi vaktinden evvel açar ve Heyet-i Umûmîye’nin kararı ile veya res'en müddet-i muayene-i içtimai temdit edebilir” şeklinde düzenlenen 44. maddede[9] de açıkça görüldüğü üzere, Mustafa Kemal’in 19 Mart tarihli genelgesi Osmanlı hukuku açısından sorunludur. Pozitif hukuk açısından bu genelgenin bir hükmü yoktur.

Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın son başkanı olan Celalettin Arif Bey bu nedenle seçimlerin yapılmasını ve yeni meclisin Ankara’da toplanmasını Osmanlı hukuk mevzuatı açısından sakıncalı bulmuştur. Celalettin Arif Bey’in hem eleştiri hem de öneri içeren telgrafı şöyledir: “Bildirilen 19.3.1920 tarihli beyannameyi görmedim. Fevkalade bir meclisin toplanması ne kadar isabetli ise de, böyle bir meclisin elden geldiği kadar kanuna temas eylemesi lazımdır. Gerçi, bizim Kanunu Esasi'mizde böyle fevkalade bir meclisin toplanabilmesine dair bir işaret mevcut değilse de, diğer anayasalarda mevcut düsturlardan istifade olunabilir. Mesela, Fransız Anayasası'na göre, meclis, gayri kanuni bir surette fesh olunur veya bir taarruza uğrarsa, taarruza uğrayan meclis üyelerinden kurtulabilenler, vilayet ve livalar idare meclislerinden seçilen ikişer üye ile birlikte münasip bir mahalde toplanırlar ve meclisin yeniden açılması veya taarruzun boşa çıkarılması için kararlar alırlar. Bu meclisin kararlarına itaat olunur ve bu meclisin kararlarını dinlemeyenler vatana hıyanet ile itham olunurlar. Bendeniz de bu esası düşünmekte idim.”[10]

Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi Mustafa Kemal’in kafasında bir kurucu meclis fikri ve yeni bir rejim tasarımı varken, Celalettin Arif Bey, Osmanlı monarşisinin ve anayasal sistemin devamından yanadır. Mustafa Kemal bu tespiti Nutuk’ta şu ifadelerle açıklar: “Bu cevabi telgrafname muhteviyatına dikkatle bakılırsa, Celalettin Arif Bey'le görüşlerimiz arasında büyük ayrılık olduğu kolaylıkla fark olunur. Ben, fevkalade salahiyete sahip bir meclisin Ankara'da toplanmasına karar verirken, bizim Kanunu Esasi'mizde böyle bir meclisin toplanabilmesine dair bir işaret olmadığını elbette bilirdim. Fakat kararımı verebilmek için böyle bir işaretin mevcut olup olmadığını düşünmek, asla hatırıma gelmedi. Bundan başka, taarruza uğrayan meclis üyelerinden kurtulabilenler ile vilayet ve livalar idare meclislerinden seçilecek ikişer üye ile birlikte Meclis-i Mebusan'ın yeniden eski şekil ve mahiyetinde toplanmasını temin için çalışmasını asla hatırıma getirmedim. Bilakis, büsbütün başka mahiyet ve salahiyette, daimî bir meclis teşkil etmeyi ve bu meclisle tasavvur ettiğim inkılap safhalarını beraber geçirmeyi düşündüm. Buna göre, uyuşmaz olduklarına şüphe etmediğim görüşlerimizin, istişareden sonra birleştirilmesine imkân bulunacağına ümidim kalmadı.”[11]

Mustafa Kemal Paşa ile Celalettin Bey arasındaki görüş ayrılığını devamlılık-kopuş konusunun yanı sıra yasallık ve meşruiyet çerçevesinde de ele almakta yarar var. O günlerde zaten görüş ayrılıklarının merkezindeki konu yasallık tartışmalarıydı. Yasal tabiri töreli, hukuk nizamına uygun bir durumu veya hareketi anlatan terimdir.[12]  Başka bir ifadeyle, câri hukuksal düzene uygunluğu ifade eder.[13]  Meşruiyet ise, ulusa dayanan yönetimin kuvvet kaynağını ifade etmek için kullanılır ve gerçekte yasaca ve kamu vicdanında doğru bulma, haklı olma halini ifade eder.[14] Mustafa Kemal ile Celalettin Arif Bey’in arasında yaşanan, ama başka aktörlerin de doğrudan ya da dolaylı katıldığı tartışmanın odağında ise bir sözcük vardı: Olağanüstülük! Meclisin olağanüstü yetkilere sahip olarak toplanması Mustafa Kemal ve arkadaşları açısından “kurucu meclis”e örtülü bir gidişi gösterirken, Celalettin Arif Bey ve arkadaşları açısından bu nitelik Meclis-i Mebusan’nın devamı olmak gibi görünüyordu.

Bu sebepten Mustafa Kemal, Meclis-i Mebusan’ın son başkanı Celalettin Arif Bey’e çekmiş olduğu telgraf ile de toprakları işgale uğramış bir halkın direniş hakkını belirtme gereği duymuştu: “İstanbul'un resmen ve fiilen İngilizler tarafından işgaliyle devlet kuvvetlerinin baskı ve esaret altına alınması ve Meclis-i Mebusan'a taarruz olunarak milletin bağımsızlığına ve milli namusa tecavüz edilmiş olması ve bu yüzden milletvekillerinin memleketin mukadderatı hakkındaki vazifelerini yapmaya muvaffak olamayacaklarına kanaatle milletin sinesine sığınmaya mecbur olan devlet ve milletin bütün kuvvetlerini hüküm ve denetimi altında bulunduracak fevkalade bir meclise şiddetle ihtiyaç doğurmuş olduğundan, fevkalade salahiyetle Ankara'da bir meclis toplanmasına Heyet-i Temsiliye'nin karar verdiği ve icabının icrasının tamimen tebliğ edildiği yüksek malûmlarıdır…”[15]  Bu sözlerle, Mustafa Kemal Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının varlığını açıkça reddetmemesine karşın çok daha farklı bir yasama organına olan ihtiyacı işaret etmekteydi. Özetle, durum hemen bütün ülkelerin pozitif hukuk kurallarında yer alan “meşru müdafaa” çerçevesinde açıklanabilir. Buna göre, meşru müdafaa yasaya uygun olan savunma, haklı savunma ve saldırıya uğrayanın hukuki varlığını kuvvet kullanarak korumasıdır.[16]

Misak-ı Milli’nin ilanı sonrasındaki askeri ve siyasi gelişmeleri önceden öngören Mustafa Kemal, 12 Ocak 1920’de toplanan Osmanlı Meclis-i Mebusan’ına başkan olmak istemesinin nedenini de olası bir işgal karşısında mebusları Ankara’da toplantıya çağırmak yetkisini kullanmak isteği olarak açıklamıştır.[17] Böylece Mustafa Kemal, toprakları işgale uğramış olan bir halkın direnme hakkından kaynaklanan meşru müdafaa pozisyonunun gereğini yapmıştı. Bu direnme hakkı hem ulusal hem uluslararası hukuk mevzuatı açısından uygundu. Ancak bu direnme sadece işgalci güçlere karşı geliştirilen bir siyaset değildi. Söz konusu direnme aynı zamanda rejim sorununa da işaret etmekteydi ve yeni meclis kurucu iktidar vasfı da taşımaktaydı. Bu bağlamda Büyük Millet Meclisi’nin ilk toplantısını yapması kadar, bu toplantı sonrasındaki günlerde alınan kararlar da artık Ankara’da yeni bir kurucu iktidarın varlığına işaret ediyordu.

Gerçekten de Ankara’nın bu “Birinci Meclis”i, Meclis-i Mebusan’dan pek çok yönüyle ayrı özellikler taşıyordu. Her şeyden evvel Ankara’da toplanan meclisin ihtilalci bir karakteri vardı. Ayrıca Meclis’in adı farklıydı ve “Büyük” nitelemesi, onun üstünde bir padişah otoritesinin tanınmadığını da zımni olarak gösteriyordu. Yani bu meclisin padişaha karşı bir sorumluluğu yoktu. Zira padişahın iradesiyle değil, Heyet-i Temsiliye Başkanı’nın genelgesiyle toplanmıştı. Toplantı yeri de Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul değil, Heyet-i Temsiliye’nin merkezi Ankara’ydı. Meclis-i Ayan’ın ise adı bile anılmaz. Bütün bu özellikler, Padişahın, İstanbul’daki hükümetin ve Kanun-i Esasi’nin yasama organının devre dışı bırakıldığını gösterir.[18]

Nitekim, BMM’nin “kurucu” bir güç olduğunu gösteren en önemli adım  20 Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun kabul edilmesiyle atıldı. Ancak o güne kadar geçen sürede, yani 23 Nisan 1920 ile 20 Ocak 1921 tarihleri arasında BMM’nin yeni rejimde iktidar olduğunu gösteren pek çok karar alınmış, kanun çıkarılmıştı. Daha 24 Nisan 1920’de Mustafa Kemal’in konuşmasında sunduğu önerinin Meclis kararına dönüşmesi;[19] 25 Nisan tarihli ve 5 numaralı karar ile "kuvve-i icraiye” teşkiline karar verilmesi;[20] 2 Mayıs 1920 tarih ve 3 sayılı “Büyük Millet Meclisi İcra Vekillerinin Suret-i İntihabına Dair Kanun” ile bakanlar kurulunun hukuki niteliğe kavuşturulması;[21] 5 Eylül 1920’de Nisab-ı Müzakere Kanunu’nun kabul edilmesi[22] ve nihayet 20 Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun yürürlüğe girmesi[23] Birinci Meclis’in İstanbul’daki iktidardan çok daha farklı temeller üzerine  inşa edildiğine işaret eder. Bu örneklerle kabul edilen diğer kanun ve kararlar Ankara’daki yeni siyasal yapının geçici olmadığının yurda ve dünyaya duyurulmasını sağlamıştır.

Sonuç

Yukarıdaki analiz Ankara’da açılan BMM’nin tarihsel süreçlerde devamlılık ve kopuşun bir arada yaşandığı gerçeğinin bir başka örneği olarak görülebilir. Birinci Meclis, Osmanlı anayasal ve parlamenter geleneğinin bir parçası olmasıyla devamlılık içeren bir gelişme olsa da, monarşik rejimden ayrılışı ve yeni bir iktidar üretmesi yönüyle de kopuşu temsil eder. Bu kopuş, Meclis’in toplantıya davet edilmesinden başlayıp, takip eden seçimlere ve toplantı yerine kadar hemen her aşamada kendisini somut olarak gösterir.

Bu sonuç aslında tarihçilik ve tarihyazımı açısından beklenmedik bir durum değil. BMM’nin açılmasıyla ilgili asıl tartışma bu meclisin varlığının yasal olup olmadığıdır. Osmanlı Devleti’nde câri olan pozitif hukuk (Kanun-i Esasi, kanunlar ve diğer hukuk kuralları) açısından bakıldığında Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mart 1920’deki genelgesinden başlayarak meclisin toplanmasına kadar geçen süreçte atılan adımlar yasal değildir. Ama evrensel hukuk kuralları ve doğal hukuk anlayışı yönüyle konuya yaklaşıldığında, BMM’nin toplanması, toprakları işgale uğrayan bir halkın direnme hakkı olarak görülür. Bu direnme hakkı, Osmanlı yasal mevzuatının da üstünde bir kavramla açıklanabilir. O da meşruluk ilkesidir.  Bu bakımdan BMM’nin açılması meşrudur ve bu meclisin örgütlediği direniş de bir meşru müdafaa örneğidir.

Dahası, bu kurumun varlık nedenlerinden birinin de rejim sorunu olduğunu unutmamak gerek. Birinci Meclis ve organları, egemenlik mücadelesinin de bir tarafı olarak açık ya da örtülü bir şekilde yeni rejim önerisiyle toplumun karşısına çıkmıştır. Kuruculuk vasfı da bu anlayıştan kaynaklanır. Nihayet, her Kurucu Meclis gibi, meşruiyetini kendi koyduğu kurallardan alır; bu da ona yasallık sağlar. 

KAYNAKÇA

Akşin, Sina, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, II. Cilt, Cem Yayınevi, İstanbul, 1992

Altay, Şakir, Hukuk ve Sosyal Bilimler Sözlüğü, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1983

Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, Kaynak Yayınları, Ankara, 2015

Goloğlu, Mahmut, Üçüncü Meşrutiyet. 1920. Milli Mücadele Tarihi III, İstanbul, 1970

Güneş, İhsan, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Düşünsel Yapısı (1920-1923), Eskişehir, 1985

Kili, Suna ve Şeref Gözübüyük, Sened-i İttifak’tan Günümüze Türk Anayasa Metinleri, Yenilenmiş 3. Baskı, İstanbul, 2006

Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi

Tanör, Bülent, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), 4. Baskı, İstanbul, 1996

Tarih IV. Türkiye Cumhuriyeti, İstanbul, 1934

Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi

Yılmaz, Ejder, Hukuk Sözlüğü, 2. Baskı, Ankara, 1982

* Bu yazı Ankara gazetesi Solfasol ve Tarih Vakfı işbirliğiyle yayımlanmıştır. Yazara, Solfasol’a ve Tarih Vakfı Ankara Şubesi’ne teşekkür ederek...


[1]* Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü.

[2]Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, II. Cilt, Cem Yayınevi, İstanbul, 1992, s. 404.

[3]Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Kaynak Yayınları, Ankara, 2015, s. 322.

[4]Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre:4, Cilt:1, s. 495

[5]Nutuk, s. 322.

[6]Mahmut Goloğlu, Üçüncü Meşrutiyet. 1920. Milli Mücadele Tarihi III, İstanbul, 1970.

[7]Tarih IV. Türkiye Cumhuriyeti, İstanbul, 1934, s. 51.

[8]İhsan Güneş, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Düşünsel Yapısı (1920-1923), Eskişehir, 1985, s. 47.

[9]Suna Kili-Şeref Gözübüyük, Sened-i İttifak’tan Günümüze Türk Anayasa Metinleri, Yenilenmiş 3. Baskı, İstanbul, 2006, s. 91.

[10]Nutuk, s. 326.

[11]Nutuk, s. 329

[12]Şakir Altay, Hukuk ve Sosyal Bilimler Sözlüğü, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1983, s. 294.

[13]Ejder Yılmaz, Hukuk Sözlüğü, 2. Baskı, Ankara, 1982, s. 319.

[14] Altay, a.g.e., s. 294

[15]Nutuk, s. 326.

[16] Altay, a.g.e., s. 294.

[17]Mustafa Kemal bu düşüncesini Nutuk’ta şu sözlerle açıklar: “İşte bu vazifeyi yaparken, milletçe yanlış anlaşılmaya yol açmamak için tedbir olarak da bir şey düşünmüştüm. Meclis-i Mebusan Riyasetine seçilmek. Bundan maksat, dağıtılan mebusları Meclis-i Mebusan Reisi sıfat ve salahiyetiyle davet etmekti. Gerçi bu tedbir, ancak görünüşü muhafazada ve geçici olarak faydalı idi. Fakat, her halde buhranlı zamanlarda, faydası geçici olsa da, her türlü tedbirin alınmış olması lüzumsuz sayılamaz.” Nutuk, s. 278.

[18] Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), 4. Baskı, İstanbul, 1996, s. 187

[19] Söz konusu önerge şöyledir:

1-Hükümetin kurulması zarurîdir.

2-Geçici olarak bir hükümet başkanı seçmek veya Padişah’a bir vekil tanımak mümkün değildir.

3-Meclis’te yoğunlaşan millî iradenin, doğrudan doğruya vatanın mukadderatına el koymuş oluğunu kabul etmek temel ilkedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üstünde kuvvet yoktur.

4-Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplar.

5-Meclisten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir heyet, hükümet işlerine bakar. Meclis başkanı, bu heyetin de başkanıdır.

Not: “Padişah ve halife, baskı ve zorlamadan kurtulduğu zaman, Meclisin düzenleyeceği kanuni esaslar içerisinde yerini alır.” Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, I. Devre, I. Cilt, s. 32

[20]Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, I. Devre, I. Cilt, s. 55-61

[21]Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, I. Devre, I. Cilt, s. 185

[22]Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, I. Devre, 3. Cilt, s. 555-557

[23]Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, I. Devre, 7. Cilt, s. 334-339