Gündem

Avukat Hülya Gülbahar: Kadın cinayetlerinde IŞİD'in kullandıklarına benzer yöntemler kullanılıyor

"TCK'da şahane hükümler var ama devlet kılını kıpırdatmıyor"

01 Eylül 2019 12:47

Kocasından boşanmak, sevgilisinden ayrılmak isteyen veya onların sistematik şiddetine karşı çıkan, evden kaçan, karakola, mahkemeye, avukata başvuran, çocuklarını korumaya çalışan binlerce kadın, sıradanlaştırılmak, olağanlaştırılmak istenen erkek şiddetinin tehdidi altında. Başta İstanbul Sözleşmesi olmak üzere diğer yasal düzenlemelerin kağıt üstünde kaldığı ifade edilirken; bürokrasinin, yargının ve medyanın, cinayetlere, şiddete ve kadın haklarına dair aldığı konum tartışılıyor. Feminist avukat Hülya Gülbahar, kadın haklarına karşı örgütlü bir saldırı yürüten çevrelerin iktidarla el ele çalıştığını söylüyor. Emine Bulut cinayetinde olduğu gibi son dönemlerde boğaz kesme yönteminin yaygınlaştığını aktaran Gülbahar’a göre izlemekte olduğumuz İŞİD’in elli tonu.

Gazete Duvar'dan İrfan Aktan'ın haberine göre kadın hakları savunucusu avukat Hülya Gülbahar neler yapılması gerektiğini anlatıyor

Kadın cinayetleri, Emine Bulut’un kocası Fedai Varan tarafından boğazı kesilerek katledilmesi üzerine tekrar kamuoyunun ana gündemi haline geldi. Sizce bu toplumsal tepki neden sürekli hale gelmiyor?

Türkiye’de günde en az üç kadın öldürülüyor. Medya ve kadın örgütlerinin basından derleyebildiği kadarıyla aktardığı kadın cinayeti sayıları esas rakamları yansıtmıyor. Bugün (29 Ağustos) sadece Denizli’den iki ayrı kadın cinayeti haberi aldık. Kamuoyunun onlarca kadın cinayeti içinden Münevver Karabulut, Özgecan Aslan, Emine Bulut gibi tekil olayları alıp, sadece onlara odaklanmasına, bütün yetkililerin timsah gözyaşları dökerek meseleyi geçiştirmesine kadınların sabrı kalmadı.

Sizce medya ve kamuoyu neden kadın cinayetlerinde tekil örneklere odaklanıyor?

Farklı kriterler uygulanıyor. Özgecan Aslan tecavüz edilip öldürüldüğü hafta, Bursa’da bir konsomatris elleri ve kafası kesilerek öldürülmüştü. Kimse söz etmedi bile. Özgecan Aslan cinayetinde, cinsel saldırı ve cinayeti mazur gösterebilecek herhangi bir gerekçe bulamadığı için kamuoyu, “bu kıza da yapılmaz ki” diyerek ayaklandı. Son yıllarda neredeyse beş kadın cinayetinden biri çocukların gözleri önünde veya sokakta herkesin gözü önünde işleniyor. Kimsenin umurunda olmuyor. Emine Bulut cinayetinde video kaydı olduğu için herkes ayaklandı. Oysa aynı hafta Emine Hac Hüseyin, bütün kaburga kemikleri, kafatası kırılarak öldürüldü. Fakat Emine Hac Hüseyin, Türkiye’de misafir statüsünde yaşayan bir Suriyeli olduğu için kimse adını bile anmadı. İşte kadınlar bu seçicilikten, onlarca cinayete göz yumup bir tanesinde timsah gözyaşlarını dökerek kamuoyunu yatıştırma operasyonlarından yıldı.

"TCK'da şahane hükümler var ama devlet kılını kıpırdatmıyor"

Erkek tehdidi altındaki kadının korunması konusunda Türkiye’nin hukuki mevzuatı yetersiz mi kalıyor?

Aslında son derece etkili bir mevzuat, Anayasada, Türk Ceza Kanunu’nda şahane hükümler var. Eşitlik temeline dayalı bir aile anlayışı üzerine oturtulmuş Medeni Kanun’umuz düzgün. Dünyanın bir çok ülkesinde olmayan 6284 Sayılı kadına karşı şiddetin önlenmesiyle ilgili yasa bizde var. Kadına karşı şiddetle ilgili dünyanın en önemli, en kapsamlı sözleşmesi olan Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ni, diğer adıyla İstanbul Sözleşmesi’ni ilk imzalayan ülke Türkiye. Tüm bunlara rağmen kadına karşı şiddeti önlemek için devletin kılını kıpırdatmıyor olmasının dünya tarihinde örneği yok.  

Yani yasalar yeterli ama uygulanmıyor, öyle mi?

Yasalarımız son derece güzel, çünkü her bir cümlesinde, hatta virgülünde kadın hareketinin emeği, alın teri var. Belki de bu yüzden bu yasaların hiçbirisi, hiçbir şekilde uygulanmıyor.

Madem uygulanmıyor, neden bu yasalar getirildi?

Anayasa’nın 41. Maddesindeki ailenin eşler arasında eşitlik temeline dayanması gerektiğine ilişkin değişiklik, AKP’den önce 2001 yılında yapıldı. Yine erkeğin reisliğine dayalı aile modeli de 1 Ocak 2002’de yürürlüğe giren yeni Medeni Yasa’yla, AKP’den önce kaldırıldı. İlgili TCK değişikliklerini ise AKP iktidarı kucağında buldu. Kadınlar olarak kendi taleplerimizi 2002 seçimlerinden önce kurulan geçici hükümetin Adalet Bakanlığı Aysel Çelikel döneminde TCK taslağının içine koymuştuk. Kasım 2002’de iktidara gelen AKP, kucağında bulduğu bu taslağın kadınlarla ilgili hükümlerini değiştirmeye kalksaydı, ki denedi, çok büyük bir tepkiyle karşılaşacaktı. Nitekim AKP, kadınların taleplerinin yansıdığı TCK taslağını kabul etmek zorunda kaldığında, son aşamada zinayı da TCK’ya koymak istedi. Bu bir tür intikam refleksiydi. Bakın, hatırlayalım Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, aile içi şiddet konusunda Türkiye’ye açılmış ilk davayı 2009 yılında karara bağlayarak, ilk kez bir devleti, yani Türkiye’yi kadına karşı şiddet konusundaki yükümlülüklerini yerine getirmediği için mahkum etti.

"Türkiye AİHM'in kadına yönelik şiddet konusunda mahkum ettiği ilk devlet"

Neydi o dava?

Nahide Opuz kendisini ölümle tehdit eden ve annesini öldüren eski eşi hakkında 2002 yılında AİHM’e başvurmuştu. Üç çocuğu olan Opuz, yıllarca kocasının şiddetine, bıçaklı saldırısına ve araçla ezme girişimine maruz kalmıştı. Kocası, darp, ağır yaralama ve cinayete teşebbüsten hakkında açılan davada “kanıt yetersizliği” nedeniyle yaptırımla karşılaşmadı. Daha sonraki bıçaklı yaralamadan da para cezasıyla kurtuldu. Kocanın tutuklanması talebi karşılıksız kaldı. Sonunda Mart 2002 yılında annesiyle beraber İzmir’e kaçtığı sırada, kocası yollarını kesti ve Opuz’un annesini öldürdü. AİHM’in Opuz kararında aynen şu cümle var: “AİHM, Diyarbakır Sulh Ceza Mahkemesi’nin, başvuranı yedi yerinden bıçaklamasına karşılık olarak H.O.’yu, taksitlere bölünebilen, cüz’i bir para cezasına çarptırması karşısında şaşkınlık içinde kalmıştır”. AİHM yargıçlarını dehşet içinde bırakan bu cezasız bırakma uygulamaları, ne yazık ki, hâlâ Türkiye’de birçok hakim ve savcı tarafından savunulup uygulanıyor. AİHM elbette tecavüz, kadına karşı şiddet, aile içi şiddet gibi değişik konularda çeşitli devletleri mahkum eden tek tek kararlar vermişti. Ama genel olarak kadına yönelik şiddet konusunda ilk defa bir devleti, yani Türkiye’yi Opuz kararıyla mahkum etti. AİHM bu kararda kadına karşı şiddetin önlenmemesinin kadınlara karşı ayrımcılık oluşturduğunu, bunun kadınların insan hakları ihlali olduğunu açık biçimde belirtti. Zaten İstanbul Sözleşmesi’nin ana çerçevesi de AİHM’in Nahide Opuz kararında vurguladığı prensiplere dayanıyor.

AİHM’in Opuz kararına karşı Türkiye ne yaptı peki?

Opuz kararı sonrasında Türkiye’nin bir şey yapması gerekiyordu ve dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlık çalışmalarına daha büyük bir emek verdi. Nitekim sözleşme henüz yürürlüğe girmeden, iç hukuka uygulanmasını sağlayacak olan “şiddet yasası” konusunda çalışma başlatıldı. Devlet bu yasanın çıkartılması için bir buçuk yıl boyunca 160 kadın örgütünün oluşturduğu Şiddete Son Platformu ile birlikte çalıştı. Fakat tasarı, 2012 yılı 8 Martı’nda kadın örgütleriyle yapılan çalışma sonucu eklenen bütün maddeler çıkarılarak, kuşa çevrilip Meclis’e öyle sevk edildi. Bu da 2002’deki zinayı suç sayma girişimine benzer bir intikam refleksiydi. Kadınlar bunun üzerine 8 Mart 2012 günü adeta meclisi bastı. Dönemin Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Fatma Şahin’le beraber komisyon komisyon koşturarak, atılan maddelerin tekrar yasaya konmasını sağladı. Neticede İstanbul Sözleşmesi’nin iç hukuka uyarlanması konusunda dünyada yapılan ilk yasa olan 6284 sayılı yasa, bu şekilde Meclis’ten geçti. Fakat AKP yönetimi bu yasayı içine sindiremediği için, yasa çıktıktan üç-dört ay sonra bu sefer yeni bir intikam refleksi olarak kürtaj tartışmasını gündeme getirdi. AKP o tarihten bugüne kadar hiçbir bağımsız kadın örgütüyle ortak çalışma yürütmedi.

"Devlet içinde kadınlarla ilgili bütün mekanizmalar tasfiye edildi"

Yaptığınız bu özet, feminist bir hukukçu olarak size ne anlatıyor?

Bu, gerek AKP döneminde gerekse öncesinde çıkartılmış olan yasaların uygulanması konusunda açık ve net bir iktidar iradesinin olmadığını anlatıyor. Çıkarılan yasaların hiçbiri uygulanmadı.

Kadınları şiddetten koruyacak ileri yasalar çıkaran bir iktidarın, aynı şekilde bunların hiçbirini uygulamamasını nasıl izah ediyorsunuz?

İktidar çok değişik dinsel ve siyasal katmanlardan oluşan bir koalisyon. Bu bloklardan birini ikna ediyorsunuz, karşınıza diğeri çıkıyor. Bu yasaların uygulanması için, blokları bir arada tutan gücün daha net bir irade ortaya koyması gerekiyor. İktidar, kanatlardan birine taviz verdiği noktada, yasal ve anayasal değişikliklerin uygulanması imkânsız hale geliyor. Muhafazakârlar içinde kadın cinayetlerinin durdurulması, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması için daha etkili politikaların uygulanmasını savunan çok geniş bir kesim var. Ama muhafazakâr kanat içinde, kadınlarla ilgili bütün yasaların Kur’an ve Hadis kaynaklı olmasını, şeriat hükümlerinin uygulanması gerektiğini savunanlar da var. İktidar politikaları döneme göre bu iki görüşün etkisi altında şekilleniyor. O yüzden ikircikli bir yaklaşım söz konusu. Ama son tahlilde kaybeden hep kadınlar oluyor. Nitekim Erdoğan’ın kadın-erkek eşitliğine inanmadığını ilan ettiği 2010 yılından beri tüm devlet bürokrasisi tarafından adeta eşitlik fikrine karşı bir savaş açıldı. Şu anda bakanlıklarda kadınlarla ilgili herhangi bir özel birim kalmadı. Örneğin tarım emekçilerinin yarıya yakınını ücretsiz aile işçileri olan kadınlar oluşturduğu halde, Tarım Bakanlığı’nda kadınlarla ilgili bir tek birim bile yok ve cumhuriyet tarihi boyunca tarım bakanlarının hepsi erkek. TBMM’deki Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu (KEFEK) de işlevsiz bırakılmış ve kadın örgütlerinin çabalarıyla “aile komisyonu”na dönüştürülmekten şimdilik kurtarılmış göstermelik bir komisyon. Devlet içinde, Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı dâhil kadınlarla ilgili bütün mekanizmaların tasfiye edilmiş olması, günde en az üç kadının öldürüldüğü bir ülkede, kadın cinayetlerini önlemeye, cinayet riski olan vakalarda acil müdahale edip bu riski ortadan kaldırmaya yönelik tek bir birimin olmaması da önemli bir gösterge.

"En ılımlı görünen muhafazâkarlar bile reisli aile, reisli toplum yanlısı"

Dolayısıyla iktidarın kadınların taleplerini kâğıt üstünde gösterip, erkeklerin taleplerini ise fiiliyatta uyguladığını söylemek mümkün mü?

Kısmen doğru. AKP dönemindeki tüm yasal değişikliklerde AKP’li kadınların da emeği var. Aynı şekilde İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlanmasında ve imzalanması sürecinde tüm kesimlerden kadınların olduğu gibi AKP’li kadınların da emeği var. Keza, bu yasal değişikliklerde erkeklerin de emeği var. Ama uygulamaya gelindiğinde iktidarın irade eksikliği ortaya çıkıyor. Karar verme pozisyonuna seçilen ya da atanan kadrolar, kadınlarla erkeklerin eşit olduğu bir toplum yapısını asla ve hâlâ benimseyebilmiş değil. Kadınlarla erkeklerin eşit olduğu bir toplum, tasavvurlarının ötesinde! Aksine, en ılımlı görünen muhafazakârlarda bile ailenin, toplumun ve devletin reisli olması gerektiğine ilişkin köklü bir inanış var. Ne yazık ki Türkiye kadın hareketinin tarihsel yalnızlığı tam da bu noktadan kaynaklanıyor. Çünkü sadece muhafazakârlar değil, liberaller, sosyal demokratlar ve bir çok solcu da aynı fikre sahip.

"Cinsiyetçilik bir devlet politikası"

Özellikle son yıllarda kadına yönelik şiddetteki artışla paralel bir biçimde iktidarın, medyasının ve muhafazakâr çevrelerin aileyi kutsayan, tabu haline getirerek tartışılmasını bile engellemeye yönelen yaklaşımını da, kadınların kâğıt üstünde elde ettikleri yasal haklara karşı bir intikam refleksi olduğunu düşünüyor musunuz?

Tabii ki! Kadının ailede, toplumda eşit ve bağımsız bir birey olduğunu kabul etmeyen zihniyet, kadınları, çocukları, erkeğin sahip, reis olduğu ailenin bir parçası olarak algılamak ve algılatmak istiyor. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı yasanın, aileyi dağıtan sözleşme ve yasa olarak hedef tahtasına oturtulmasının ana nedeni, her ikisinin de kadın-erkek eşitliğine dayalı bir aile ve toplum modelini savunuyor olmaları. İstanbul Sözleşmesi’nde de belirtildiği gibi, kadına karşı şiddeti önlemek için toplumsal yaşamın her alanında kadın erkek-eşitliğini sağlamak gerekir. Toplumda bu eşitlik sağlandıkça şiddet azalır, eşitsizlik derinleştirildikçe şiddet artar. Nitekim Türkiye’de kadına karşı şiddet ve kadın cinayetlerinin artışında, kadınlarla erkeklerin eşit olmadığı söyleminin, propagandasının çok büyük bir rolü var.

Fakat bu propaganda Türkiye’ye özgü değil.

Neoliberal, kapitalist politikalar, sosyal devletin çökertilmesi, kitle iletişim araçlarının cinsiyetçi kadın-erkek rollerini ve kadına karşı şiddeti teşviki gibi nedenlerle bütün dünyada kadına karşı şiddetin arttığını söylemek mümkün. Ancak dünyada bir çok ülkede, örneğin İsveç, Norveç, Fransa, İspanya’da kadına karşı şiddet ve kadın cinayetleri yüzde 10 ya da yüzde 20 oranında artarken, Türkiye’de kadın cinayetleri neden yüzde 1400 oranında artıyor? Bu sorunun cevabını bulmamız gerekiyor.

Sizin bu soruya bir yanıtınız var mı?

Çatışmalı ortam, iç göçler, militarizm, silahlanma propagandaları, toplumsal yaşamın her alanına sirayet eden ve yerel küçük kopyalarını üreten tek kişinin mutlak ve sorgulanamaz otoritesi üzerine kurulu yönetim modeli gibi Türkiye’ye özgü nedenler var. Ama aynı zamanda cinsiyetçiliğin bir devlet politikası olmasının da bu artışta rolü büyük. Bürokratik mekanizmanın en alt kademesinden en üst kademesine kadar her gün bunun propagandası yapılıyor.

"Kadınlar boşanma hakkı için ölümü göze alıyor"

Cinsiyetçi devlet politikasına karşı Türkiye kadın hareketinin vaziyeti ne?

Türkiye kadın hareketi, dünyanın en güçlü siyasal hareketlerinden birisi. Türkiye’de kadınlar, “siz erkeklerle eşit değilsiniz” dendikçe, “hayır, eşitiz ve haklarımızdan vazgeçmeyeceğiz” diyerek direniyorlar. Siyasi görüşü ne olursa olsun, ayrılmak, boşanmak istediği için öldürülmek istenen kadınlar elbette haberleri izliyorlar ve günde birkaç kadının, çantasında koruma kararı bulunduğu halde öldürüldüğünü biliyorlar. Buna rağmen vazgeçmiyorlar. Kadınlar, boşanma hakkı için ölümü göze alıyor. Ne yazık ki Türkiye’deki cinayetlerin artışında, kadınlarla erkekler arasında her gün daha da büyütülen eşitsizlik uçurumunun ve buna direnişin de etkisi var.

İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye’de nasıl uygulandığını inceleyen GREVIO (Kadınlara Karşı Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Uzman Eylem Grubu) 2018 Türkiye raporunda “Terörle mücadele önlemleri, Güneydoğudaki güvenlik operasyonları ve darbe girişiminin ardından memurlara yönelik kitlesel ihraçlardan dolayı kamu hizmetleri sektörünün kaynaklarının zayıflamasının, kadınların şiddetsiz hayat hakkının sağlanması için elverişli ortamı yaratmadığı” ifade ediliyor. Yani GREVİO’nun raporu, antidemokratik devlet uygulamalarının da kadına yönelik şiddete ortam hazırladığı tespiti yapıyor, değil mi?

Tabii, üstelik GREVİO Türkiye raporunda, olağanüstü hâlin ve belediyelere kayyum atanmasının kadına karşı şiddetle mücadeleyi nasıl sekteye uğrattığı defalarca vurgulanıyor. Buna rağmen geçtiğimiz günlerde Diyarbakır, Van ve Mardin kentlerine yeniden kayyum atanması, siyasi iktidarın GREVİO raporunda altı çizilen eksiklikleri gidermek bir yana, eleştirilen uygulamaları devam ettireceğini de ortaya koyuyor. Nitekim önceki dönemde, OHAL gerekçesiyle kayyum atanan herhangi bir yerde, kadınlar lehine tek bir politika uygulandığını görmediğimiz gibi, kadınlar için kazanım oluşturulan bütün kurumların ve mekanizmaların tasfiye edildiğini gördük.

"Yasaya göre devlet, gerekirse kadını başka ülkeye göndermekle yükümlü"

Kocasının sistematik şiddetinden kaçan iki çocuk annesi bir kadını ele alalım. Çocuklarından birini almış, diğeri ise şiddet uygulayan kocada kalmış. Koca, evine dönmesi için kadını sürekli tehdit ediyor ve bir çocuğu da babada, rehin gibi. Olay adli mercilere yansıtılmamış, çünkü kadın da, sığındığı ailesi de buradan bir çözüm beklemiyor. Kendi evine dönmesi halinde koca şiddetinin devamı ve hatta öldürülmesi ihtimali bile var. Bu kadın ne yapmalı?

Çok zor! Böylesi vakalara, kadın örgütlerinin kısıtlı olanaklarıyla çare bulmak çok zor. Doğrudan doğruya devletin sorumluluk alanıdır bu. Sığınaklarla, bunlar yetmeyince 6284 Sayılı yasada öngörüldüğü gibi tanık koruma programının devreye konduğu, belki yüz değişikliği de yapılarak, en kapsamlı korumanın sağlanması gereken bir olaydan söz ediyorsunuz. Ayrıca İstanbul Sözleşmesi, aynen politik suçlarda olduğu gibi, can güvenliği sorunu olan kadınlar için başka ülkeye sığınma hakkı öngörüyor. Fakat bu kadın mutlaka en yakınındaki kadın örgütüyle iletişime geçmeli, kadın dayanışması içinde bütün mekanizmaları harekete geçirmeye çalışmalı. Keza süreç, baroların kadın komisyonlarının desteğiyle yürütülmeli. Öte yandan çocuklardan birinin annede, diğerinin babada kalması hukuk sisteminin kabul edebileceği bir davranış değil. İki çocuğu da yanında olduğunda, anne daha huzurlu biçimde çözüm arayacak. Anne, çocuğunu adeta rehin gibi tutan, şiddet uygulayan bir adamın elinde bırakmayacaktır. İstanbul Sözleşmesi şiddete tanıklık etmek zorunda kalan çocukların korunması için de özel hükümler öngörüyor.

Diyelim ki olay yargıya intikal etti, boşanma gerçekleşti ve çocuklar anneye verildi. Kocanın tehditleri devam ederken bu hukuki kararın sağlıklı bir biçimde işlenmesi mümkün mü?

6284 Sayılı yasada, şiddeti önlemek için alınacak tedbirler sayılırken “vb tedbirler” deniyor. Yani devlet, yüz değişikliği ameliyatından tutun da, kadının kendisini güvende hissedeceği bir başka ülkeye nakledilmesi dâhil olmak üzere her türlü güvenlik önlemini almakla yükümlü. Yasa, hakimlere bütün bu önlemleri alma yetkisi veriyor. Burada önemli olan, yasayı doğru uygulayacak bir hakim bulabilmek.

"Aile içi eziyetin cezası 3 ila 8 yıl hapis, ama 14 yıldır uygulanmıyor"

TCK ve İstanbul Sözleşmesi açıkken, neden bunu uygulayan hâkimler istisna? 

Yargıdaki cinsiyetçi pratikler bunun bir nedeni. Yapılan atamalarda sorunlar var. GREVİO Türkiye raporunda, hakim ve savcıların tecrübeli STK’larca, örneğin Mor Çatı gibi örgütlerle eğitilmesi tavsiyesi var. Fakat uygulamada siyasi kararlılık çok önemli. Şu ana kadar bu siyasi kararlılığı görmedik. Örneğin 1 Haziran 2005 yılında yürürlüğe giren yeni TCK’nın 96. Maddesi, işkence bölümündedir. TCK’nın işkenceyle ilgili düzenlemesi, kamu görevlileri tarafından vatandaşa yönelik davranışları işkence olarak düzenler. 96. Madde ise vatandaşın vatandaşa işkencesini eziyet olarak düzenler ve aynen işkencede olduğu gibi eziyet de bir insanlık suçudur, zaman aşımı yoktur.

Buna aile içi şiddet de dâhil mi?

Elbette dâhil. Madde açıkça, suçun işlendiği kişilere göre cezanın niteliğini de düzenler. Herhangi bir kişinin ruhsal ya da bedensel olarak acı çekmesine yol açan bir kişi, 2 yıldan 5 yıla kadar cezalandırılır.

Yani eziyetin illa fiziksel şiddet olması da gerekmiyor, değil mi?

Gerekmiyor. Eğer eziyet uygulanan kişi anne, baba, çocuk, eş gibi kişilerden oluşuyorsa, bunun cezası 3 yıldan 8 yıla kadardır. 1 Haziran 2005’te yürürlüğe girmiş olan eziyet suçuna ilişkin bu düzenleme 14 yıldır uygulanmıyor! Bana başvuran, şiddet ve tecavüze maruz kalmış bir kadın için hesapladığımda, yasa layıkıyla uygulansa kocaya 50 yıl hapis cezası verilmesi gerekiyordu. Türkiye 1 Haziran 2005’te kadına karşı sistematik şiddeti işkence olarak TCK’ya sokup son derece etkili ceza hükümleri getirdi. Birleşmiş Milletler bile, kadına karşı şiddetin bazı biçimlerinin işkence olarak tanımlaması gerektiğini 2017 yılında kabul etti. 2005 yılından beri, kadına sistematik olarak eziyet uygulayan kişinin derhal hapse girmesi gerekiyordu ve bu suç eşe karşı işlendiğinde, ceza 3 yıldan başlıyor.

"İdam cezası getirilmesin TCK'nın 96. maddesi uygulansın"

Kadın cinayetleri, idam cezası tartışmasını da her seferinde gündeme getiriyor. İdam cezasının caydırıcı bir etkisi olur mu?

TCK’nın 96. Maddesi uygulansa, belki de kadın cinayetlerinin önemli bir bölümünün önüne geçeceğiz. Çünkü aynen bugün tartıştığımız hadım ve idam gibi insanlık dışı ve bizatihi kendisi şiddeti körükleyen cezalar yerine, TCK’da kadına yönelik şiddeti işkence sayan madde uygulansa, birçok kadının ve erkeğin hayatı kurtulur. Bir kadın öldükten sonra, ağırlaştırılmış hapis veya idam cezası verseniz neyi çözeceksiniz? Bu kadını geri getirebilecek misiniz? İdam cezasının olduğu ülkelerin hiçbirinde kadın cinayetlerinin, kadına karşı tecavüz suçlarının son bulmadığı, yani idamın caydırıcı olmadığı ortada. Kadın cinayetlerine karşı idam cezasının getirilmesini istemek, şiddet içeren, insanlık dışı yöntemlerin propagandasını yapmaktan, şiddeti körüklemekten öte bir anlam içermez. Özgecan Aslan’ın katili ya da katilleri hapiste öldürüldü. Peki kadın cinayetleri azaldı mı, hayır! Şimdi aynı zihniyet, Emine Bulut’un katili Fedai Varan için de söz konusu. Devlet, koruması altındaki kişi katil de olsa, onun can güvenliğini korumakla yükümlüdür. “Koğuş linci” adı altında katilin öldürülmesi, sadece ve sadece küçük, linççi bir azınlığı mutlu eder. Tecavüz, çocuk istismarı, kadına karşı şiddet gibi büyük suçları azaltmanın yolu, sanıldığının aksine büyük cezalar vermek değildir. Önleyici politika, küçük suçlara etkili, caydırıcı cezaların verilmesidir. Şiddeti o ilk bakışta, o ilk hakarette, o ilk tokatta durdurmaktır. Bunu yaptığınız zaman, kadınıyla erkeğiyle, o çiftin hayatını kurtarırsınız. En başta hoş gördüğünüz zaman, o ilk bakış sözel şiddete, sözel şiddet ittirmeye, saçını çekmeye, tokat ve tekme atmaya, bıçağa, tabancaya doğru büyür.

 

Emine Bulut, Özgecan Aslan, Münevver Karabulut cinayetleri sonrası idam cezasının getirilmesine dair talep kadın örgütlerinden, feministlerden ziyade erkeklerden geliyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kadın hareketinin ana gövdesi idam, kısas ve hadım yöntemlerine her gün artan sayıda kadının ve kadın örgütünün katılımıyla karşı çıkıyor. Hindistan ve Pakistan’ın köylerinde kısas, tecavüzcü erkeklerin eşlerine ve kız kardeşlerine tecavüz olarak uygulanıyor. Ne kadar farklı bir propaganda yapılırsa yapılsın, kısasın fail erkeklerin ailesindeki kadınlara zarar verme yöntemi olarak çalıştırıldığını biliyoruz. Cinsel saldırıların biyolojik olarak hormonlar ya da organlarla değil, erkeklerin iktidar mücadelesinin, kadınları sindirmenin, kadınlar üzerinde mutlak iktidar ve tahakküm kurmanın aracı olduğunu biliyoruz. Onun için kimyasal ya da cerrahi hadım çözüm değil. Ayrıca kadınlar, idam ve hadım gibi cezaların, siyasi iktidara yakın ya da ekonomik iktidarı elinde tutan çevreler açısından uygulanmayan cezalar olduğunun, bu çevrelerin bir yolunu bulup kurtulduğunun, bu tür cezaların bütün dünyada genellikle yoksullar ya da etnik köken, din, ırk, cinsiyet kimliği vb, nedenlerle ötekileştirilenlere karşı uygulandığının farkında. Kaldı ki Türkiye’de idam cezasının yürürlükte olduğu tarihlerde kadına karşı şiddet veya cinayet nedeniyle tek kişinin idam edilmediğini biliyoruz.

"İstanbul Sözleşmesi aileyi yıkıyor diyenlerin derdi aile değil, erkek iktidarı"

İktidara yakın çevrelerin 6284 Sayılı yasa ve İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkış gerekçesi ne?

Görebildiğim kadarıyla küçük bir azınlık, aileyi dağıttığı ve eşcinselliğin yayılmasına sebep olduğu yalanı ile bir karşı çıkış örgütlemeye çalışıyor. Oysa 6284 Sayılı yasa, maalesef bütün çabalarımıza rağmen cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği açısından net bir ifadeye yer vermiyor. Fakat “yasada olmayan konularda İstanbul Sözleşmesi uygulanır” göndermesi yapılıyor. İstanbul Sözleşmesi ise cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği için, sadece ev içi şiddet söz konusuysa, mağdurlara bu nedenle ayrımcılık yapılamaz, diyor.

Anayasada bu konuda bir hüküm var mı?

Anayasanın 10. maddesinde din, dil, siyasi görüş, felsefi inanç, cinsiyet ve benzeri nedenlerle ayrımcılık yapılamaz deniyor. O “ve benzeri” ifadesinin içine bence cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim gibi ayrımcılık kategorileri de giriyor. Dolayısıyla Anayasa da cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği nedeniyle kimseye ayrımcılık yapılamayacağını düzenliyor. Ne yazık ki Türkiye’de marjinal bir kesim, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı yasaya LGBTİ bireylere ayrımcılık yapılmasını engellediği için karşı çıkıyor. Yani devletin yurttaşları arasında, çeşitli nedenlerle ayrımcılık yapmasını talep ediyorlar!

İstanbul Sözleşmesi’nin aileyi dağıttığına ilişkin iddia neye dayanıyor?

İstanbul Sözleşmesi’nin adında bile aile kelimesi geçmiyor. Neden olduğu anlaşılmaz bir şekilde Sözleşme Türkçe’ye çevrilirken, resmi bir tahrifat yapıldı. Daha geniş kesimleri korumaya yönelik “ev içi şiddet” kavramı Türkçeye “aile içi şiddet” şeklinde çevrildi. Ev içi şiddette, aynı ev içinde yaşayan herkesin aile olması gerekmiyor. İstanbul Sözleşmesi’nde bir aile tanımı yapılmıyor, kimsenin aile biçimine karışılmıyor. Kaldı ki, “İstanbul Sözleşmesi aileyi yıkıyor” diyenlerin derdi aile de değil. Onlar erkeğin reis, kadına ve çocuklara canının istediği şiddeti uygulama hakkının olduğu bir aileden bahsediyor. Aile propagandası sadece bir kılıf olarak kullanılıyor. Oysa ne 6284 sayılı yasanın, ne İstanbul Sözleşmesi’nin ne de Türkiye feminist hareketinin eşitlik, özgürlük, karşılıklı saygı ve sevgi temeline dayalı herhangi bir aile biçimiyle sorunu yok. Ama aile kavramı eğer bir cinsin diğer cins üzerinde mutlak iktidarı, kadın cinsinin erkek cinsine hizmet ve itaatinin kurumsallaştırıldığı bir birim anlamına geliyorsa, feministler tabii ki bunu sonuna kadar eleştirip sorgulamaya devam edecekler.

"İktidar yoksulluğa mahkum ettiği erkeği aile reisliğiyle avutuyor"

Siyasal İslâm’ın kadına ve aileye yaklaşımıyla kadına yönelik şiddet arasında bir bağ olduğunu düşünüyor musunuz? 

Siyasal İslâm’ın açmazı bence tam da aile konusunda. Siyasallaşmış İslâm’ın ekonomi, kültür, doğaya saygı gösterme konularında topluma verebileceği hiçbir şey olmadığını sadece Türkiye’de değil, Müslüman çoğunluklu coğrafyaların bütününde görmüş bulunuyoruz. Siyasallaşmış din üzerine oturan iktidar, herkesten daha neoliberal, daha anti-sosyal devletçi, tarihe ve doğaya daha karşı acımasız bir saldırganlık içindeyken, kendi farkını ortaya koyabilmek için elinde tek araç olarak aileyi tutuyor. İktidar, toplumun “değerli cinsi”, “insanlığın sahibi ve insanlık tarihinin sürükleyicisi” olarak gördüğü erkekler üzerinden bütün politikalarını gütmek istiyor. İşinden ettiği, mutlak bir yoksulluğa mahkum ettiği erkekleri avutabilmek için ona sunduğu tek şey, iki-üç çocuk ile en az bir kadın eşe reis ilan etmek. İktidar, erkeğin aile içi iktidarla avunmasını bekliyor. Onun için ailede, toplumda, devlette reisli, yani tek kişinin kararları alıp uygulattığı modelin hayata geçirilmesini bir varlık nedeni olarak görüyor.

"IŞİD'vari, boğaz kesme yöntemi siyasal süreçle doğrudan iç içe"

Peki muhalefetin, iktidarın bu politikalarına yaklaşımı ne yönde?

Türkiye muhalefeti, kürtaj dahil olmak üzere kadın politikalarını gündem saptırma taktiği olarak görerek büyük hata yapıyor. Muhalefetin önemli bir bölümü, siyasal İslâmın asıl gündeminin tam da kadın ve aile meselesi olduğunu göremiyor. Biz kadınlar olarak yıllar içinde erkeklerde biriktirilen öfke ve hıncın vahşice işlenen kadın cinayetlerine nasıl dönüştüğünü gördük. Bir-iki kurşunla değil, iki şarjör boşaltılarak öldürülmeye başlandı kadınlar. Bir-iki değil, elli küsur bıçak darbesiyle öldürülüyorlar. Bu yöntemler kadına karşı artan düşmanlık ve biriktirilen hıncın dışa vurumları. Ancak son dönemde boğaz keserek öldürme olaylarındaki çarpıcı artışın da farkındayız. Öldürme yöntemindeki bu evrimleşme de aslında siyasal süreçlerle doğrudan iç içe geçiyor. Kadın cinayetleri politiktir derken, bu cinayetlerin işleniş biçimlerinin bile devlet politikalarıyla ya da kimi politik çevrelerin propagandalarıyla nasıl paralel yürüdüğünün de altını çiziyoruz.

Yani artık kadınlar IŞİD’vari yöntemlerle öldürülüyor…

Evet. Siyasi söylemler soft ya da hard İŞİD söylemleri ile benzeştikçe, kadın cinayetlerinde de IŞİD’vari yöntemler artıyor.

"İzlemekte olduğumuz IŞİD'in 50 tonu"

Son dönemlerde kadın haklarına karşı örgütlü bir erkek hareketinin de oluştuğunu gözlemliyor musunuz?

Şu anda boşanan kadının nafakasına, evlilik içinde edinilen mallardan eşit pay almasına, miras hakkına, velayet hakkına, takılarına ve hatta boşanma hakkına yönelik kapsamlı bir saldırı var. Saldırganların talepleri içinde TCK değişiklikleri ile çocuklarla cinsel ilişki ve evlilik yaşının indirilmesi, cinsel istismarcılara af getirilmesi, tecavüzcü ile evlendirmenin geri getirilmesi, ceza ya da hukuk, hiçbir davada kadının beyanına itibar edilmemesi konuları da var. Zaten tüm bu saldırılara karşı kadınlar direnemesin, şiddet karşısında yapayalnız kalsınlar diye, kadınları şiddete karşı koruması gereken İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı şiddet yasasına saldırıyorlar.

İktidar bu çevrelerle nasıl bir ilişki içinde?

Kadın haklarına karşı örgütlü bir saldırı yürüten bu çevreler aslında siyasi iktidar ile el ele çalışıyor. İktidarın politikalarından güç alıyor, bu politikaları hayatın içinde yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Kritik devlet mekanizmalarına atamalar hep bu zihniyetteki kişilerden yapılıyor. Kendine “aile meclisleri” adını veren bir oluşum, Türkiye camilerinde neredeyse artık ayda bir kez kadın haklarına karşı basın toplantıları yapıyor, toplaşıp dualar ediyorlar. İktidarın sahip olduğu tüm medyada bu adamlar boy gösterip kadın karşıtı, eşitlik karşıtı, hak karşıtı propaganda yapıyorlar.  Siyasal İslamın kadın konusundaki “ılımlılığının” sınırı buraya kadar. İzlemekte olduğumuz İŞİD’in elli tonu.

"Kadem ve Erdoğan kritik bir karar aşamasında"

Peki kadın karşıtı cephenin toplumdaki oranı, karşılığı ne? Bu cepheye karşı örgütlü olmayan kadınlar nasıl ortaklaşıyor?

“Mağdur babalar”, “mağdur kocalar gibi” garip isimler alan bu adamlar bir avuç insan aslında. 2015’de Adil Gür’ün yaptığı bir araştırma, kadınların yüzde 86’sının kadın örgütlerini desteklediği gösteriyordu. Bu rakam, kadın hakları söz konusu olduğunda her siyasi görüşten kadının bir araya geleceğini gösteriyor. Kadir Has Üniversitesi’nin 2018 yılında yaptığı Toplumsal Cinsiyet araştırması sonuçları da çok önemli. Ailesinin dirlik ve düzeni için erkeğin zaman zaman şiddete başvurabileceğini söyleyenlerin oranı 2016’da yüzde 14 iken, 2017’de yüzde 10’a, 2018’de yüzde 5’e düşmüş. Yani Türkiye toplumunun yüzde 95’i zaman zaman da olsa erkeğin şiddet uygulama hakkı olmadığını düşünüyor.

Bu tablo, toplumun feminizme, kadın hakları hareketine yaklaşımıyla ilgili ne anlatıyor?

Her iki araştırmaya göre “marjinal” etiketi yapıştırılmaya çalışılan feminizmi toplumun yüzde 60’ı olumlu bir görüş olarak değerlendiriyor. İşte tam bu nedenle KADEM ve Erdoğan şu anda kritik bir karar aşamasında. Gerçek marjinaller olan bir avuç kadın düşmanı adamla birlikte mi hareket edecekler, milyonlarca kadının “haklarımıza dokunmayın” talebine mi kulak verecekler? Yeni yasama yılında özellikle nafaka ve çocuk istismarcılarına af konusundaki gelişmeleri hep birlikte görüp izleyeceğiz. Kadın-erkek diğer siyasetçilerin ve tüm kamuoyunun da insan hakları, eşitlik, adalet ve demokrasi sınavı olacak bu süreç.