Gündem

Ah şu liboşlar

"Uzlaşmayı engellemek için yapılan her tür ayrımcılık, yaratılan suni çatışmalar 'tek adam' siyasetinin değirmenine su taşır"

09 Ağustos 2020 16:15

Ali Türer*

Kaleme aldığım son yazılarımdan birini, Aksaçlılar’ın çağrısına ayırmıştım. Ulusalcı dostlardan hatırı sayılır tepki geldi. Aksaçlılar içinde “Yetmez Ama Evetçi” liboşlar çoğunluktaymış. Halktan özür dilemedikçe böyle bir çağrı yapmaya hakları yokmuş.

“Liboş” söylemi, “Yetmez Ama Evetçi” tanımlaması hakaret olarak kullanılıyor epeydir. Kendini hala Marksist olarak görenler de kullanıyor, ama daha çok geçmişte bu gelenek içinde yer almış olsa da, bugün post modern sürece tepki olarak kabaran milliyetçiliğin etkisi altında, demokratlığı laiklik üzerinden yaşamaya çalışan, AKP karşıtı kendini “Ulusalcı” olarak tanımlayan bir kesimden geliyor bu suçlamalar.

Her kesimi kendine yakıştırdığı sıfatla tanımlamak gerekir. Kaldı ki suçladıkları insanlar kendilerini belirli bir siyasi kimlik içinde tarif etmiş de değiller aslında. Liberalizm ile gelen güçler ayrığı, hukukun üstünlüğü, parlamenter demokrasi gibi ilke ve kurumlar, bugün için de muasır devlet olmanın temel göstergeleri. Bu değerleri sosyal devlet ilkesi ile harmanlayıp savunan, AKP ile gelen otoriterleşmeye her zeminde karşı duran bu insanları, sırf bir referandumda (2010 Referandumu) sizin istediğiniz oyu vermediler diye “Liboş” diye aşağılama, itibarsızlaştırma hakkını kendinizde nasıl buluyorsunuz? Bunu etik bulmuyorum.

Bu söylem, bu insanlar üzerinden bir tür kendini tanımlama aracı olarak da kullanılıyor. Hemen söyleyelim: Kullananı daha demokrat, daha yurtsever, daha sosyalist, daha marksist ne bileyim daha ilkeli ya da tutarlı falan yapmaz bu söylem. Bu akıl yürütme tuhaf ve yanlış.

Bilim insanlarından düşünce adamlarından oluşan ülkenin en birikimli kesimine karşı bu itibarsızlaştırmanın, düşmanca tutumun altında yatan gerçek niyet nedir, merak ediyorum. Dahası bu söylemin, Laik-Türkçü bir kimlik içinde sıkışmaya, ideolojik taşlaşmaya yardımcı olduğunu da düşünüyorum.

Sol, en geniş anlamıyla sefalete, işsizliğe, ayrımcılığa mahkûm edilmiş insan topluluklarının adalet ve özgürlük arayışını, doğaya sahip çıkma arayışını ifade ediyorsa; her türlü militarizme, silahlanmaya, savaşa, savaş kışkırtıcılığına, ayrımcılığa, doğa ve hayvan katliamına karşı çıkmak zorundadır.

Sol içinde “Türkçülük”, “Kürtçülük” “Laikçilik”, “Dincilik” gibi kimlik kalıpları üzerinden, ya da eski arkadaş gurupları (klanları) üzerinden ayrıştırmaya yol açacak biçimde bu tür hakaret sıfatları üretmek kabul edilemez. Ama kendine sosyalist, marksist diyen kimileri bunu yapıyor, üzücü olan bu!

Anlayamadığım da şu! Aksaçlılar, size II. Cumhuriyetçi olun da arkamızdan gelin çağrısı mı yaptılar? İktidara yaptığınız doğru değil, suç işliyorsunuz; muhalefete AKP iktidarına karşı bir araya gelin, gençlere geleceğinize sahip çıkın çağrısı yaptılar. Bu girişimi, “içlerinde liboş var” diye itibarsızlaştırmak, kimin işine yarar?

Siyaset, mevcut durumun tahlilinden yola çıkarak bir düşünceyi, bir programı iktidara taşıyacak stratejiyi belirleme işidir. Kendi gücünüz ile sonuç alamayacağınız ortadaysa oturur bir muhasebe yaparsınız. Ortak zeminde buluşabileceğiniz yol arkadaşlarınızı belirler, onlarla ortaklaşmaya çalışırsınız. Buna “uzlaşma”  denir. Bu uzlaşmaya bu ülkenin ihtiyacı var. Bu uzlaşmayı engellemek için yapılan her tür ayrımcılık, yaratılan suni çatışmalar 'tek adam' siyasetinin değirmenine su taşır.

Kemal Kılıçdaroğlu liderliğinde CHP’nin kurultayında kabul edilen bildirge ile yapılmaya çalışılan da budur. Kılıçdaroğlu’nun kurultayda dillendirdiği birlikte hareket edeceği “dostlar” arasında Davutoğlu, Babacan, Meral Akşener olacak, örneğin Aksaçlılardan Aydın Engin olmayacak öyle mi?  HDP’ye de dışarıdan destek verme rolü biçmiş birileri. Olur, paşam, terzi sensin, istediğin gibi ölç, kes, biç!

Ortak bir muhalefet yükselecekse, gücünü doğru bir zeminde, gerçek bir ortaklaşmadan almak zorunda, bunu görmek çok mu zor?

Aydın Engin bu hafta “CHP’nin son bildirgesine Yetmez Ama Evet” başlıklı yazı yazdı, okuyun. Sonra da “Aydın Engin Yetmez Ama Evet demeye devam ediyor, hala” diye yazın üç satır üzerine kapkara puntolarla. Herkes sonuçta kendine yakışanı yapar.

Önyargılarınız, duygularınız, saplantılarınız engel olur, uzlaşmayı beceremezseniz, siyaset alanını bunu becerebilene bırakırsınız, siyasetin yasasıdır bu!

Bugün “liboş” diye hakaret ettiklerinizin hiçbiri ne ana akım medyada ne bir kısım muhalif medyada kendilerine yer bulamıyorlar. Kendilerini savunabildikleri internet televizyonculuğu yapan bir Artı TV ile T24 haber sitesi var, bir de Açık Radyo. Oralarda da sataşmalarınıza cevap olabilecek yayın bulamazsınız. Bu absürt, çocukça suçlamalarınıza bir çoğunun gülüp geçtiğine de eminim.

Hatırlayın, Can Dündar yönetimindeki Cumhuriyet Gazetesi'nde sözünü ettiğiniz grup içinde görülen yazarlar, çizeler vardı bir dönem. Ergenekon davasından salıverilen Mustafa Balbay öncülüğünde AKP destekli bir operasyonla bu gazeteden uzaklaştırıldılar. Herkesin gözü önünde oldu bu. Balbay, CHP içinde siyaset yapıyor, Muhalif bir televizyonda da program yönetiyor bugün. Cumhuriyet Gazetesi “gerçek kodlarına” geri döndü yorumları yapıldı daha sonra. Peki, bugün bu gazete, kamuoyu tarafından daha fazla mı izleniyor sizce? Gene de AKP’yi bu milletin başına musallat eden, Cumhuriyet Gazetesinden uzaklaştırılan bu “Liboşlar” öyle mi?

Sol liberal, sosyalist olarak kendilerini niteleyen bu yazarlar, bilim insanları, düşünürler hiçbir zaman ortak düşünsel bir zemin oluşturmadılar. Onları olaylar karşısında takındıkları benzer tutumlar bir gurup gibi gösterdi. “Liboş” dediniz bu insanlara. Oysa bu insanlar hiçbir zaman sizi karşılarına almak da istemedi. Türkiye’de düşünme “derinliğini” gösteren son derece acı bir ironi bu.

Bu aydınların bir çoğu verdikleri mücadele içinde bedel ödedi (Can Dündar, Şahin Alpay, Aydın Engin, Mehmet Altan vb..). Ahmet Altan, Osman Kavala gibi kimileri hala mesnetsiz suçlarla içerde tutuluyor, bedel ödemeye devam ediyorlar. Sahip çıkacağınıza, her gün hakaret ediyorsunuz bu insanlara, ayıptır.

Bu kampanyanın içinde kimler var:

Ergenekon davasından “aklandıktan” sonra ana akım medyada tartışma programlarında boy gösteren, “teröre karşı verdiği mücadeleden” dolayı AKP’yi zımnen destekleyen eski subaylar, istihbaratçılar, güvenlik analizcileri var. Bunlar CHP’nin AKP’nin kimi güvenlikçi politikalarına destek olmasında da önemli rol oynuyorlar.

Sonra bir kısım muhalif medya var, adlarını anmama gerek yok, siz biliyorsunuz. Sol içinde Laik-Türkçü bir zemin oluşturma yolunda yürüyenler tarafından kullanılıyor ağırlıkla bu zeminlerde bu söylem.

Bir de arada bir “bıçağım hala kesiyor” mesajı verme ihtiyacı duyan kulağı kesik eski solcular var.

Bu mecralarda sarf edilen sözler, Halk Kitabevi kampanyalarından edinilen bazı kitaplarda yazılıp çizilenler, Laiklik ve Türkçülük ekseninde taşlaşmaya yüz tutan bir ideolojik zemine, olgucu sığ bir tutuma, gerekli ideolojik-lojistik desteği sağlamış görünüyorlar.

Ak ile karanın iç içe geçtiği şu yaşadığımız post modern süreçte, giderek taşlaşan bu zeminde kendine yer arayan, bulan Sosyalist, Marksist gelenekten gelen kader birliği ettiğim bir sürü de dostum var. Açık konuşayım, TKP gibi, geleneğine sahip çıkamamış hareketlerin, gelinen bu noktada önemli bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum.

Peki, birilerinin taktığı isim ile ne yapmış bu Liboşlar?

AKP’nin Türkiye’nin başına 18 yıl musallat olmasının sorumlusu bunlarmış. 2010 Anayasa değişikliğinde “Yetmez Ama Evet” demeselermiş, AKP bir yıl sonraki seçimde % 48’in üstünde oy alamayacak, bu milletin başına bela olamayacakmış. Sonra ordu içindeki “Kemalist” kadrolara “Ergenekon” kumpasını da FETÖ ile birlikte bu Liboşlar kurmuşlar. Bugün AKP’nin “Kemalist Orduyu” (ne zaman ne kadar Kemalist olduysa bu ordu) eline geçirmesinin müsebbibi de bu yüzden onlarmış.

Suçlamalar böyle. Peki, Sol liberaller, Sosyalistler bu suçu geçekten işlediler mi? Yoksa bu, bir tür günah keçisi yaratma serüveni mi? Bu insanlar size “Senin dibin de kara” dedikleri için, “Seninki benden kara” tepkisi veriyor olmayasınız.

Yoksa Türkçü-Laikler, yaşanan bütün kötülüklerin suçunu Sol Liberallerin üzerine yıkarak geçmişin yükünden kurtulabileceklerini mi düşünüyorlar? Bilinçaltlarında yatan ile yüzleşmekten bir tür kaçış mı bu? Oysa doğrusu, bu yüzleşmeyi hakkı ile yapıp artısı ile eksisi ile geçmişle barışmak değil midir? İnsan gerçek kişiliğini böyle bulmaz mı, böyle büyümez mi?

Bu soruların üzerinde düşünüp, tartışmak lazım! Tartışırız tartışmasına da, gelinen noktada bu ne işe yarayacak ve bunu kiminle nasıl tartışacağız, işte burası karışık.

Devam edeceğiz!


Ah şu liboşlar (2)

Önce Sanatçılar, ardından Aksaçlılar yayınladıkları bildiri ile tek adam rejimine karşı “Birleşin” çağrısı yaptılar. İçinden geçtiğimiz otoriterleşme sürecinde bu çağrı değerliydi. Çağrıya ses vereceğine “önce özür dilesin liboşlar” tepkisi geldi birilerinden.

Beni asıl üzen, bu tepkiyi verenler arasında sol gelenek içinde geçmişte birlikte yürüdüğüm dostlarımın olmasıydı. Bir zamanlar “Dünyanın bütün işçileri birleşin, Silahlanmaya hayır, Militarizme hayır” diye birlikte yürüdüğümüz; her ulusun kaderini eline almasını savunan, barış isteyen bu dostlar bugün Türkçü-Laikçi bir zeminde sıkışıp kaldılar. Bunun nedenine niçinine bir bakmak lazım.

Kendini Atatürkçü ya da milliyetçi olarak tanımlarsın, bunu anlarım. Aynı zamanda en solcu, en demokrat, en çağdaş da sen oluyorsun ya, işte buna itiraz ediyorum. Tıpkı “dindar” olanın doğal olarak “gerici” kabul edilmesine de itiraz ettiğim gibi.

Nedir bu tepeden bakış! Üstelik epeydir altımızdaki zemin sarsılır halde, tutunduğumuz dallar çeşitli. Birileri aynı kulvarda hareket ettikleriyle kurduğu negatif ilişkiden doğan karşı dalgadan, kendine göre bir enerji devşirerek hayata tutunmaya çalışıyor olabilir, ama buna fazla güvenmesinler derim.

Ayrıca “Atatürkçülük” gibi kimliklerin bir tür koruyucu kalkan, bir güvenlik alanı olarak kullanılmasına da itirazım var. Demokrasi, çağdaşlık, sol, sosyalistlik gibi değerlerin bir tür yaka kartı gibi kullanmasından da artık gına geldi. Aynası ortaya koyduğu iştir kişinin, lafa bakılmaz.

Ne demeye çalıştığımı yaşananlar üzerinden somut hale getirmeye çalışacağım.

AKP’li Cumhurbaşkanı istedi, mahkeme karar verdi, Ayasofya Camii oldu, değil mi? İmam Cuma namazı için Ayasofya’da minbere kılıçla çıktı ve mealen şöyle bir mesaj verdi: “Benim din kardeşim bu kiliseyi, kılıç zoru ile aldı mı, aldı; öyleyse burası artık benim inancımın mabedi.” Genel Kurmayı ile devleti muazzama ve dahi yeni parti kurmaya soyunan ulusalcımız,  yani bütün hazirun oradaydı, mesaj alındı ve onaylandı. 

Hem sosyalist, hem Atatürkçü hem laik hem de ulusalcı yayıncımız, yazarımız Merdağ Yanardağ TELE1 de “Dört Soru Dört Cevap” programında, İnsan hakları savunucusu olarak bildiğimiz Baskın Oran’ın “aslında hak ve özgürlüğü kendisi için istediğini” söyledi. Fakat farkında mı bilmiyorum, Ayasofya’nın cami yapılması olayında tam da eleştirdiği türden bir tepki verdi.

Yanardağ, Ayasofya’nın cami yapılmasına değil (sonuçta ona göre bu siyasal bir karar olarak verilebilirdi), bunun Danıştay üzerinden yapılmasına karşı çıktı. Fakat asıl büyük tepkisini cami açılışında Diyanet Başkanı ağzından Atatürk ve arkadaşlarına “Lanet okunuyor” olmasına gösterdi, yerden göğe kadar da haklıydı.

KRT ve TELE 1’de mikrofon tutulan İlahiyatçı yazarlar İhsan Eliaçık ile Cemil Kılıç da bu olaya o günlerde bir tepki verdiler. Ama tepkileri Yanardağ’ınkinden biraz farklıydı.

Cemil Kılıç’a göre Hz. Ömer, ziyaret ettiği Kudüs’te neden kilise dışında namaz kıldığını şöyle açıklamıştı: “Ben burada namaz kılarsam bir gün gelir sizin elinizden bu kiliseyi alırlar, Cami yaparlar.”

İnceliğe bakar mısınız?

İlahiyatçı yazar İhsan Eliaçık ise “Bir mabedi yapılış amacı dışında kullanmak, kiliseyi cami yapmak yanlıştır” dedi. Sonra da “Bugün bütün Ortodoks dünyası kutsal mabetlerine hakaret edildiğini düşünüyor, lanet okuyor, Türkiye bundan ne kazandı” diye sordu.

Biz de soralım, bu olayda kimin yaklaşımı daha demokratikti, hak, adalet ve etiğe daha uygundu?

Hem Atatürkçü hem Sosyalist, hem İttihat Terakkici Yanardağ, Atatürk’e yapılan hakarete karşı çıkarken yerden göğe haklıydı dedik, evet ama bu yetmezdi. Çünkü biz ondan sadece kendi düşünce yapısı için değil, insanlık için de adil olanı savunmasını beklerdik. Demokrat olmanın gereği de budur.

İlahiyatçı Eliaçık “Allah bunu görmüyor mu” diye sordu. Gerçekten o ikonaları örten perdelerin önünde o gün namaz kılanlar içinde, o perdelerin arkasında olanlar önünde namaz kılıyor olmaktan rahatsız olan hiç mi kimse yoktu? Normal mi sizce bu?

12 Eylül Darbecileri de “Atatürkçüydü”, kendilerini öyle takdim etmişlerdi biliyorsunuz. Ama, Erdal Eren’in yaşını büyütüp idam etmelerine engel olmadı bu. Darbeci darbecidir, FETÖ’cü olunca kötü, Atatürkçü olunca iyi olmaz. Ama Sol liberallere yöneltilen suçlamalardan biri de, “Kemalist Orduya FETÖ ile birlikte kumpas kurdular” iddiasıydı.

O zaman soralım: Ergenekon, yalan mıydı, bu dava külliyen komplomuydu? Soğuk savaş yıllarında ordu içinde Seferberlik Tetkik Kurulu, Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler Komutanlığı gibi, Amerika tarafından finanse edilen yapılar var iddiaları olmadı mı? İnternette sörf yapıp bir bakın bakalım.

Türkiye’de Faili Meçhuller, öldürülen emekli generaller, Kürt işadamları hiç olmadı mı? Gerçekten DEV-SOL’ mu yaptı bunları? Domuz bağıyla adam öldüren Hizbullah’ı kim kurdu? Trabzon da papaz Santoro’yu, Hrant Dink’i öldüren kimdi? Zirve Kitabevi katliamı da FETÖ işi miydi? Çocukları kaybolan “Cumartesi Annelerinin” gözyaşlarında, Hrant’ın öldürülmesinde Veli Küçük, Kerinçsiz gibilerin hiç mi sorumluluğu yok? 28 Şubat sürecinin yürütücüsü Batı Çalışma Gurubu fişlemeleri, andıçlar, hayatı karartılan gazeteciler, yalan mıydı bütün bunlar. Topraktan çıkarılan silahları oraya FETÖ mü gömdü?

12 Eylül darbesi ile gelen başörtüsü yasağı 31 yıl sürdü. Başörtü takan kızlar üniversitelere alınmadı. Rektörler, dekanlardan her ay “Başörtü vukuat raporu” istedi, Dekanlar da hocalardan başörtülü öğrencileri ihbar etmesini. Kim daha demokrattı, yaşam biçimi dayatanlar mı, bu dayatmaya karşı çıkan o gencecik kızlar mı? Bugün o kızlar İstanbul Sözleşmesi'ne sahip çıkıyorlar, farkında mısınız? Onlara bunları yaşatanlar hiç hicap duydu mu, özür dilediler mi?

Sol liberallerin, bazı sosyalistlerin yolları AKP politikaları ile bazen kesişti, evet. AB kriterlerini iç hukuk haline getirmek isteyince AKP’ye destek verdiler, yanlış mıydı?

Çözüm sürecinde Akil Adamlar arasında yer aldılar. Türkiye’de 100 bin insanın ölümüne, 500 Milyarın heba olmasına yol açan bir Kürt Sorununun hak, adalet zemininde çözülmesini istediler, yanlış mıydı bunlar?

CHP ne yaptı, Habur’dan girip teslim olan PKK’lıların gerilla kıyafetine kafayı taktı. MHP ile birlikte “Şov yaptırıyorsunuz” diye ortalığı ayağa kaldırdılar. “Çözüm Süreci” de aslında orada bitti.

Bu örnekler aslında sol liberallerin, sosyalistlerin o gün demokrasiye, barışa nasıl sahip çıktıklarını gösteriyor. Silahlanmaya, militarizme, savaş kışkırtıcılığına, askeri vesayete,  ayrımcılığa karşı her koşulda mücadele verdiler. Sosyalistler işçi emekçi dostu değil miydi? Arkadaş, siz ne ara orduda kast oluşturan, ülke siyasetine ayar vermek isteyen generallerle kanka oldunuz?

Bütün bunlar aynı zamanda Türkiye’de AKP’nin nasıl iktidar olduğunu açıklıyor. Sol Liberallere yüklenirken bir düşünün bakalım, bu işlerde kimin payı yok? Erdoğan her sıkıştığında, Deniz Baykal destek vermedi mi, CHP’yi ne hale getirdiğini hatırlamıyor musunuz?

Kirli çamaşırlar sadece “Yetmez Ama Evet” kazanında yıkanmaz, geçin bunları.

O insanlar 2010’da AKP’ye değil, 12 Eylül Anayasasının bazı hükümlerinin değişmesine oy verdiler. HSYK’nın seçimle belirlenmesine evet dediler. Kamu emekçilerinin Toplu Sözleşme hakkı almasına “evet” dediler,  ama grev hakkı tanınmazsa toplu sözleşme hakkının anlamı olmayacağı için, “yetmez” dediler. Askeri Yargının görev alanının daraltılmasına, kararlarının denetlenmesine “evet” dediler.

Uludere olayını hatırlıyor musunuz? 28 Aralık 2011’de F16 ile paramparça edilen 34 Kürt gencini. Genelkurmay Askeri Savcılığı "dava açılmasına gerek yok” dedi, olay kapandı. Demokratik bir ülkede askerin yargısı ayrı olur mu?

Sonra bu insanlar, bir yıl sonra yapılan genel seçimlerde gidip AKP’ye mi oy verdi? Diyelim 2010’da hata yaptılar. Sürecin AKP elinde giderek otoriterleşmesinde, bütün burada sayılan sayılamayanların yanında bu devede kulak kalır. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına kim evet dedi? Sistemin yüzde 51 ile değişmesini kim kabul etti? AKP’nin sınır dışı operasyonlarına kim destek verdi?

Ulusalcı dostların, anlamakta zorlandıkları bir de şöyle bir durum var.

Bu sol liberallerin, sosyalistlerin çoğu birer bilim insanı, düşünür, toplum bilimci, yazar, şair, besteci vb.. Yani siyaset yapmak bu insanların asıl işi değil. Bir partiyi futbol takımı gibi tutmalarını ya da bir partinin kafadan düşmanı olmalarını onlardan bekleyemezsiniz.

Siyasi ihtiras içinde hareket etmezler. Şu partiyle iyi ilişki kurayım belki bir ihale kaparım, ya da hemşeri gecelerinde herkese gülücük dağıtayım, fotoğraf çektireyim belki bir yerlere gelirim, milletvekili olurum, parti meclisine girerim gibi cinlikler geçmez kafalarından. 

İdeolojik takıntılarla hareket etmezler, farklı görüşlere açıktır bu insanlar. İyi bir şey yaparsan seni desteklerler, öbürü yaparsa yarın onu desteklerler. Dedikodu, polemik üzerinden de siyaset yapmayı bilmezler.

Manzaraya bakarlar, geçmişten getirdikleri ilkeleri, deneyimleri ile yol arkadaşlarının tutumuna, tıynetine de bakarak karar verirler. Bu karar bazen yanlış da olabilir. Gocunmazlar, “yanlış yapmışım” der, kaldıkları yerden devam ederler.  En azından kendileriyle yüzleşmeyi bilirler, keşke bunu sizde yapsanız zaman zaman.

Sol’u merkez sağa doğru çekmeye çalışmışlar. Gazete Duvar’da bir yazar bunu savunuyor. Bu tür yorumların, sol içinde birlik arayışına katkısı olmaz. Birleşik Sol’un sesini yükseltmediği yerde CHP’den tutarlı ilkeli bir muhalefet de beklemeyin. Yani onun savrulmalarında sizin de payınız var.

Sol liberallerin ortak bir zeminde birbiri ile danışarak hareket ettiklerini kim söyledi size. Belki de asıl eleştirilmeleri gereken nokta da tam da burası. Keşke kendi içlerinde daha örgütlü olabilseler de ortaya bir sinerji çıksa. Savrukluğun önüne geçmenin, daha az hata yapmanın yolu, bence bu. Türkiye’nin buna ihtiyacı var. Mesela şu Aksaçlılar, hareketi sürekli hale getirseler ne iyi olur.

Üniversitelerden sürüldüler, içeri tıkıldılar, yetmedi mi? Türkiye’nin bu kendini en iyi yetiştirmiş kesimi ile alıp veremediğiniz nedir, arkadaş? Bu kesimi itibarsızlaştırınca elinize ne geçecek? Türkiye bundan ne kazanacak?

Biraz anlayış, itidal ve saygı lütfen!


* Marmara Yerel Haber sitesinden alınmıştır.