Medya

60. gününde bir direniş

‘’Bırakın, o üzüntülü, endişeli hâlleri gözünüzü seveyim. Üzülmekle acı bitmez, dert onmaz. Derde derman gerek. Derman sizsiniz’’

07 Mayıs 2017 20:55

*Sezin Öney

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, bugün açlık grevlerinin 60. gününe girdiler... Onlarla beraber, insan haklarına verdiğimiz değer de eriyor.
Açlık grevlerinin başlaması öncesi de, direnişleri söz konusuydu. 180 gündür, Kızılay’da oturarak, kendilerinin ve tüm KHK mağdurlarının yaşadıkları haksızlığa hukuksuzluğa dikkat çekmeye çalışıyorlar. 

Her gün, Kızılay’da Yüksel Caddesi’nin oradalar... Yani, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hemen yanı başında. Ama bir ışık yılı kadar da uzak olabilirler TBMM’ye hȃkim ruh hâline.

Çok basit ve net talepleri var; “keyfî ve hukuksuz biçimde açığa alındım; işimi istiyorum” diyorlar.
Ve bunun yanı sıra:

“1- OHÂL kaldırılsın.

2- İşten atılan ve açığa alınan devrimci demokrat kamu emekçileri işe iade edilsin.

3- Keyfî ve hukuksuz işten atmalara son verilsin.

4-13 bin ÖYP’li araştırma görevlisinin kadro güvencesi geri verilsin.

5-İş güvencesi olmadan bilim yapılamaz, tüm eğitim ve bilim emekçileri için iş güvencesi istiyoruz.”

Bunlar, toplumun tümü için önemli, yararı olacak talepler zaten.

Ancak, bu taleplere, kulaklar, gözler ve en kötüsü de vicdanlar kapalı...

YÖK Başkanı Yekta Saraç, bu açlık grevleri konusu kendisine sorulduğunda, “bireysel tercihleridir” deyip geçmiş.

Bu kadar mı kolay?

Üçüncü yüzyıl civarı, bugünkü İrlanda topraklarındaki Keltlerin, açlık grevlerini, adaletsizliğe karşı durmak için kullandığı biliniyor. O zamanlar, haksızlığı yapmakla suçlanan kişinin “kapısı önünde” gerçekleştirilirmiş açlık grevleri. Haksızlığı düzeltmeyip, o kişiyi kapısı önünde ölüme terk etmek de en büyük onursuzluk sayılırmış.

Çok da sembolik değil mi? Türkiye’nin kalbinde, Meclis’in neredeyse kapı önünde, kritik eşiğe gelmiş açlık grevleri iki hocanın.

Semih Özakça, Mardin’de öğretmenlik yapıyormuş KHK ile işinden edilmeden önce. Şöyle anlatmış kendisini:

“Ben Semih Özakça, 1989 yılında Eskişehir’de doğdum. Yaşamım boyunca bin bir emek ve cefayla bu yaşıma kadar geldim. Okul ve öğrenim hayatım ailemin fedakârlıkları sayesinde devam etti. Ailemin tek amacı eve bir lokma ekmek getirip karnımızı doyurmak ve beni okutup bana iyi bir gelecek için imkânlar sunmak oldu. Halkımız bu tabloyu bilir çünkü bunlar halkımızın kendi yaşadıklarıdır.”

Gencecik bir öğretmen. Adeta Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanını andıran öğretmenlik hikâyeleri var.

Erzurum’da Horasan ilçesine bağlı bir köye öğretmen olarak atandıktan sonraki deneyimlerini şöyle aktarmış:

“Öğretmenlik yapacağım okula vardığımda tek odalı lojmanıyla bitişik tek sınıflı, bütün sınıfların aynı anda okutulduğu, birleştirilmiş eğitim yapılan bir okulla karşılaştım. Her yer toz duman ve pislik içindeydi. Adeta terk edilmiş bir harabeyi andırıyordu.

Hava buz gibiydi ve dondurucu soğuk iliklerime kadar işliyordu. Soğuk memleketten geliyordum ama burası ayrı bir soğuk, ‘köpek öldüren’ cinsten.
Öğretmenlik hayatıma başlamama çok az kalmıştı. Onca cefa, fedakârlık ve emeğin sonunda bu dağ köyünde öğretmen olabilmiştim. Önüme, arkama, sağıma, soluma yani her nereye baksam burada hep dağları görüyordum. Gökyüzünü görebilmek için kafamı 45 derecelik açıyla yukarı kaldırmam gerekiyordu.

Köyden ilçeye geliş gidiş yapma imkânım olmadığından okulun lojmanında kalmam gerekiyordu ama lojmanın durumu çok kötüydü. Mecburen burayı temizleyip düzenlemem gerekiyordu derken güneş batıyor ve hava gitgide soğuyordu. Bu nedenle öncelikle gece yatmak için köylülerden yorgan, battaniye gibi üstüme örteceğim şeyler temin etmeliydim. Köylüleri gezmeye başladım; onlarla selamlaşıp kendimi tanıttım. En çok merak ettikleri soru kadrolu öğretmen olup olmadığımdı. Bu soruyu soruyorlardı çünkü birkaç ayda bir öğretmenleri değişiyordu. Dolaşmam sonuç verdi ve bir köylüden yorgan bulabildim ve karnımı doyurmam için evine davet etti. Yemek yerken muhtarın evine de gitmek istediğimi söyledim. Ancak muhtar köyde yaşamıyormuş. Normal şartlarda muhtardan yapılacak işler konusunda yardım alabilseydim işim kolay olurdu ancak muhtar ilçe merkezinde yaşıyordu. Lojmana geldiğimde önce ısınmak için sobayı yakmayı denedim. Bu ilk soba yapma deneyimim olduğundan sobayı güç bela yakabildim. Sonra kitabımı açtım ve okumaya başladım…

Eğitim öğretime başladık. Çocukların çoğu Türkçe bilmiyor; Türkçe bilenler de güçlükle konuşuyordu. Çocuklarıma önce Türkçeyi sonra, davranış kurallarıyla birlikte temel dersleri öğretiyordum. Hepsinin farklı farklı hayalleri vardı. Benim biriciklerim, tatlı ve masum çocuklarımdı hepsi. Onlarla ders işlemeyi, eğlenceli oyunlar oynamayı, onların hayallerini dinlemeyi, dertlerine ortak olmayı çok özledim.”

Sonra, Mardin’de öğretmenlik yaptı Özakça...Gene, benzer koşullarda...

Hiç öyle, “dört başı mamur yaşam” değil. Eşi Esra da, onunla direniyor.

Nuriye Gülmen ve onun dileği, öğrencilerine kavuşabilmek.Çoğu kişinin beğenmeyeceği, burun kıvıracağı, bir an önce geride bırakmak isteyeceği koşullarda çalışmak.

Nuriye Gülmen’in hikâyesini hem kendi kaleminden öğreniyoruz, hem de Burcu Karakaş’ın kendisiyle yaptığı söyleşiden.

Gülmen’in kendi internet sitesinde yazdıklarını ve Karakaş’ın söyleşisini okuyun derim.

Gülmen şöyle sesleniyor direnişlerine dair:

“Bizim için üzülenlere buradan bir kez daha sesleneyim. Sevgili dostlar, silin o gözyaşlarını. O üzüntülü hâlleri bırakın. Şöyle allar mollar giyin direnişe en yakışanından. Yoldaşlığa, sevgiye, bağlılığa yakışan gözler, sözler, işler bulun hepimiz için. İnançlar takının, eteklerinizin ucundan sarksın. Dünyanın en coşkulu halayına girer gibi olsun hevesiniz. Öfkeniz namluya sarılır gibi duran ellerinize yakışsın. Bırakın, o üzüntülü, endişeli hâlleri gözünüzü seveyim. Üzülmekle acı bitmez, dert onmaz. Derde derman gerek. Derman sizsiniz. Derman ‘biz’iz, hiç unutmayın.”

Haberlerde adlarını okuyup çektiğimiz insanlar olmamalıydı bu insanlar:

“Ankara Yüksel Caddesi İnsan Hakları Anıtı önünde ‘İşimizi Geri İstiyoruz’ talebi ile başlayan Nuriye Gülmen, Semih Özakça, Acun Karadağ, Veli Saçılık, Esra Özakça ve Mehmet Dersulu’nun sürdürdüğü oturma eylemi...”

“İstanbul’da Cevahir AVM önünde Nazife Onay, Bodrum’da Engin Karataş, Aydın’da kamu emekçileri, Malatya’da Erdoğan Canpolat, Sertaç Ökdemir, Özkan Karataş, Cengiz Uğurlu; Düzce’de Mimar Alev Şahin, Ankara’da Mahmut Konuk ve Cemal Yıldırım; Didim’de Barış Bozkır.”

Bu isimler, defalarca gözaltı, şiddet ve sıkıntı ile karşılaştıktan sonra…

O kadar eziyet çektiler ki; bazı günler, bu insanların eylemleri, “gözaltına alınmadılar” diye haber oluyordu. İstisna olarak…

Hâlâ da geç değil. Her saniye, her dakika kritik ama geç de değil hâlâ…

Şair Ahmet Telli, 6 Mayıs günü, 59. gününde yani Gülmen ve Özakça’nın açlık grevlerinin, “Sıyrılıp Gelen” şiirini okudu. Yaşamın, sevdiklerimizin, masum ve insanî isteklerin yerine gelmesinin, artık “sıyrılıp gelivermesi” dileğiyle, isteğiyle. “Sıyrılıp geleceğinin” de inancının getirdiği dirençle.
 
SIYRILIP GELEN
Güz yanığı bir durgun  
sessizlikle örtülü her şey  
ve yırtılmış bir tül gibi  
savrulup duruyor zaman 
Suların sesini dinle şimdi  
ormanın fısıldayışlarını  
usulca yarılıyor dağların göğsü  
bir aşkı dinlendirmek için 
Ve gözleri uzak yamaçlarda  
aranıp dururken bir şeyleri  
sessiz ve sakin beklemekte  
bekledikçe bileylenen yürek 
Belli ki dağların, denizlerin
ve göllerin üzerinden  
sıyrılıp gelmektedir seher  
Belli ki yakındır  
doğayı ve hayatı sarsacak saat  

*Bu yazı ilk olarak P24'te yayımlanmıştır.