05 Mayıs 2024

Fem Güçlütürk: Bitkilerle ilgilenmek, ne almaya hazırsan onu veriyor sana; hayat gibi

"Bitki, dekor parçası değil bir canlı. Sadece görüntüyü kurtarmak, ya da gösteriş için bitki alma"

Beton yığınlarıyla çevrili şehir yaşamının sıkıntılı havası ne zaman katlanılamayacak seviyeye gelse, doğanın huzur veren kucağına doğru bir kaçış başlıyor. Devasa ağaçların gövdesine yaslanıp yaprakların hışırtılarını ve onlara eşlik eden kuş seslerini dinlemek, tüm yorgunluğumuzu ve stresimizi alıp götürüyor. Peki, o ağacın sesini gerçekten duymayı denediniz mi? Belki de hakikat o seste saklıdır!

Bitkilerle maceram başlayalı çok olmadı. İlk başladığımda Türkçe kaynak yoktu ve yabancı kitaplardan besleniyordum. Fem Güçlütürk'ü de o dönemde keşfettim. Online ders veriyordu. Derslerinde sadece bitkileri değil, bir canlıya nasıl bakılır ve doğanın bize kattığı değerleri samimi, içinden geldiğince anlatıyordu. Üstelik sadece anlatmıyor o hayatın içindeydi de. Kitabı çıktığında da tanımadığım ama yakın hissettiğim bu güçlü kadınla sohbet etmek istedim.

"Bitkilerle İyi Geçinme Rehberi" doğanın ritmini anlama ve uyum içinde yaşama rehberi aslında. Fem Güçlütürk, yeni çıkan kitabı ile okuyucuyu çeşit çeşit bitkilerinin olduğu vahasına götürüyor ve bitkilerin dilini anlatıyor ve ekliyor: "Bitki, dekor parçası değil bir canlı. Sadece görüntüyü kurtarmak, ya da gösteriş için bitki alma."

Tanışmaktan büyük keyif aldığım, tüm sorularımın cevabını bulduğum Fem Güçlütürk sohbetimize buyurunuz.

- Bitkilerle ilgili Türkçede hiç kaynak yok derken karşıma çıktın. Yaşşa Fem! İlk olarak sormak istiyorum bitkileri evlat edinme yolculuğun nasıl başladı?

Ebru, işin gerçeği başta evlat edinmedim, çocukları cami kapısına bırakır gibi bırakıp kaçtılar. (Gülüyor.) Akmerkez'in karşısında, Etiler'de teraslı bir eve taşınacaktım. Benden önce de seramik sanatçısı Simin Hanım oturuyordu. Simin Hanım Bodrum'a yerleşiyordu ve dedi ki, "bitkilerimin hepsini sana bırakıyorum, evi almak istiyorsan bitkiler de içinde geliyor." Ben de "tamam" dedim ve serüvenim böylelikle başlamış oldu. Evle birlikte gelenler arasında bir dolu tuhaf bitki vardı ve ömrü hayatımda hiçbirini görmemiştim. Tahmin edebileceğin gibi, ben de çok berbat bir sorumluluk duygusu var. Hiçbirini ölüme terk edemedim. Bakmak zorundaydım. Var olan bitkilere bakmayı öğrenirken zamanla yenileri de eklendi. Bunun yanına şu gider, bu bitki neymiş derken, bilimsel isimlerini de ekleyerek, mimar anne, mühendis babanın kızı olmanın verdiği alışkanlıkla bitkileri gruplandırarak excel dosyaları oluşturdum. O zamanlar tabii internet yok. A'dan Z'ye tüm kaynakları okuyup, yurt dışından kocaman kocaman kitap siparişleri veriyordum. Gümrüğe takılıyordu. Bir dolu sorun. Öyle böyle derken bir girdim bitki dünyasına daha da çıkamadım.

- Hepimiz büyük şehirlerin yaşam zorluklarıyla savaşırken, çarklar arasında sıkışıp kalıyoruz. Bazılarımız kuzeye doğru giderken, bazılarımızda senin gibi başka bir şehrin sakinliğini tercih ediyor. Ancak orada da kendini izole etmek yerine herkesle kaynaşıp komün bir yaşamı inşaa etmişsin. Alışmak zor olmadı mı? Nasıl uyum sağladın? Nasıl kaynaştın?

Hemen düzelteyim: Kimseyle kaynaştığım filan yok. :) Daha doğrusu şöyle; birbirimizle kaynaşıyoruz ama komünite olmak gibi bir derdimiz yok. Ben şehirde de komünite değildim. Tek çocuğum ve yakın arkadaşım da nadirdir. Hani öyle hep beraber buraya gidiyoruz, kızlarla kahve içiyoruz gibi buluşmalarım yoktur, çünkü eğlenmeyi bilen bir insan değilim. Benim için konuşacak, öğrenecek bir konu varsa, o zaman enteresan oluyor buluşmalar. Onun dışında bir hayatım yok. Bu nedenle de kırsalda bir komünite kurayım, emekli olunca Ege'ye taşınayım, şalvar giyeyim, tavuk peşinde koşayım gibi bir hayalim ve derdim olmadı. Biz şehirdeki yaşam şeklimizden gayet mutluyduk, burada da kaynaşma adına bir değişiklik yapmadık.

- Peki iş hayatından mı bıkmıştın? Seni harekete geçiren neydi?

İşimden gücümden bıktım, emekli olayım gibi bir şey değildi. Biz şu an yaşadığımız yere ilk görüşte âşık olduk. Neyi kaçırdığımızı fark ettik. İstanbul'da çok güzel yaşıyorduk. Hiçbir sıkıntımız yoktu ama şehir insanlarının saldırganlığı, sevimsizliği, tatlı bir yer görmek için saatler harcanıyor olmak kararımızda etkili oldu. Dedik ki "Biz bir şey kaçırıyoruz, İstanbul'da evimizde oturuyoruz, bir yere çıkmıyoruz, günübirlik bir yere gidip orada brüt bir saat nefes alıyoruz. Trafik sıkıntısı bütün o günü ve güzel saatleri alıp götürüyor, eve yine yorgun ve sinirli dönüyoruz. Neden buradayız? Değer mi?" Bu durumlar rahatsız ediyordu ama yine de okeydik. Sesimiz çıkmıyordu. Ancak, Muğla'da bizim yaşadığımız bölgeyi görünce işler değişti. Âşık olduk ve bir buçuk sene içinde hızlı bir şekilde taşındık. İlk evi yaparken niyetimiz ve fikrimiz de şuydu; "Komşularımız konuştuğumuzu duymasın, bağırdığımızı duysun" Hakikaten tarif bu. Öyle de bir yer bulduk. Bir şey olduğunda, imdat desen koşacaklar ama kahkahalarla güldüğünde kimseden ses geldi demeyecek bir yerdeyiz. Bulunduğumuz köy çok tatlı bir köy. Aydın insanlar. Geçimlerini turizmden kazanıyorlar, geri kafalı değiller. Bizim gibi yaş farkı olan çiftler hiç umurlarında değil. Buraya taşınalı sekiz sene oldu, birlikte çalışıyoruz, birlikte iş alanları yaratıyoruz. Düğünlerine, cenazelerine gidiyoruz, bir şekilde kaynaştık. Hâlâ belki de dışarıdan geleniz ama en azından sevildiğimizi biliyoruz. Başımıza bir şey gelse, anında bizi koruyan bir yerdeyiz, o çok tatlı.

- "Olabildiğince İnsansız toprak sahasına indim, bitkilere odaklandım" diyorsun LaboFem'in kuruluş hikâyesinde. Anlatır mısın? İş hayatının altın yıllarını bırakıp bitkilere odaklanmak ve yeni bir iş kolu yaratmak... Nasıl cesaret ettin?

Altın dönem, dışarıdan altın gibi gözükse de benim için öyle değildi. Ayaklarımı sürüyerek işe gidiyordum. Şöyle; kendimi bildim bileli erken yatarım. Okulum Karaköy'deydi ve Moda'da oturuyorduk. 06.00'da kalkar, 07.00'de vapura biner, 08.00'de okula giderdim. Onun için biyolojik saatim çocukluğumdan beri 06.00/20.00 gibi bir şey. Sabah insanıyım. Çevrem de bilir, hep erken yatar erken kalkarım. Bernaylafem'i kurarken de ortağım Berna, işin iletişimde en önemli kısmı olan PR kısmında ben ise biraz daha kreatif tarafta olabildim. 

Benim ofiste kask dururdu, Berna'nınkinde ise ödülleri dururdu. Ben Vespa'yla giderdim toplantıya, Berna şoförlü araçla gelirdi. Aramızdaki fark o. Bensiz o iş yürürdü de onsuz asla olmazdı. Nitekim adım hâlâ onda ve mis gibi devam ediyor. Son dönemlerde de kendi organizasyonlarımıza katılmamak için türlü türlü bahaneler uyduruyordum. Bitki konusu kafamda oturunca Berna'ya sal beni dedim, o da kabul etti eksik olmasın. Severek ayrıldık anlayacağın!

- Yıllar evvel Bodrum'da kuruluşunu yaptığın Fuga'ya gitmiştim. En sevdiğim tatil köyü olmuştu. Sen ayrılınca da tadı kaçmıştı. Fuga'yı da en iyi şekilde kurup, işler hale getirip bıraktın. Startup kurmayı ve misyon tamamlanınca ayrılmayı, yeni işlere odaklanmayı mı seviyorsun? Bitkilerle de aynı durum olabilir mi?

Haklısın alışveriş bitince bırakıyorum. Bu eş'te de, iş'te de öyle. (Gülüyor.) Yani tamam artık gördük, seviştik, sevdik, durumu çok güzel anladık gibi. Eğer birbirine kattıkların bitiyor ve yerinde saymaya başlayıp uzlaşmak zorunda kalıyorsan, yapabildiklerin seni beslemiyor, yapamadıklarına özlem duyuyorsan o işi devam ettirmeye gerek yok. Bir tane ömrüm var, yerimde duramam diyorum o zaman işte. 

Bir dönem Mirgün Cabas'la NTV'ye program yapmıştık. Motorsikletle Türkiye'yi geziyorduk. Herkes çok bilmiyor ama kısa bir dönem "motorcu kız" diye biliniyordum. Sonra, motordan sıkıldım. Gezdik, eğlendik ama ben de değiştim. Dünyanın her yerine gittim, zevkimi aldım. Etiketlenmek, motorcu olarak tanınmak istemiyordum. Bu kimlik bana yapışınca birdenbire ego, kimliğe doğru kayıyor ve esiri oluyorsun. Bu bir tuzak ve yaptığım hiçbir şeyde bu oyuna düşmek istemiyorum. Motoru bıraktım. Motorcu olarak artık anılmak istemiyorum, çünkü motorcu olarak anıldığım, sevildiğimi düşündüğüm için mecburen yapmaya devam etmeye başlıyorum bu sefer.

Bir ömrüm var, aynı şeyle mi geçireceğim? Bitki konusunu da bir noktada bırakacağım. Bitki uzmanlığı da şimdi yapıştı bana. TV'de program, Neoskola'da ders, Youtube ve nihayet kitap. Bence tamamdır. Dikkat ettiysen imza gününe katılanlara kitabın içine "seçiniz" diye sunduğum mesajlardan bir tanesi "ARTIK BANA SORMA" idi. Kim bilir belki şimdi de tekrar başladığım resim ile hemhal olup doğa-resim yoluna saparım.

"Bir şey başarmak için elinden ne geliyorsa yapman lazım"

- Tüm işlerinde, enerjinle yaydığın, yarattığın çok farklı bir büyü var. Bunu suluboya çalışmalarında da görüyorum. Hayalindeki dünyayı yaratmışsın. Cam sera ev, hepimizin hayali, yuva sıcaklığında sıcacık, büyülü bir ortam…

Hemen söyleyeyim: Kendi iş macerama, genç yaşlarımda, annemlere karşı gelerek Bodrum'da bir barda başlamıştım. Bodrum'da olabilmek için, oda, tekne temizlemiş, aklınıza gelebilecek tüm işleri yaptım. Bir şey başarmak için elinden ne geliyorsa yapman lazım. Sonra kurumsal hayata geçtim, derken çocuk doğurdum ve işi bırakıp kendim bakmayı tercih ettim. Sonra Fuga teklifi geldi, daha doğrusu eski bir tatil köyünü çok kısa sürede her şeyiyle geliştirip sezona yetiştirme projesi. Oğlumu da alıp gidebileceğim bir iş olduğu için kabul ettim. Bu proje sonrası ortağı olduğum bir şirket kurdum, sonra kendi şirketim oldu, sonra da emekli oldum! Yani iş hayatındaki tüm pozisyonları deneyimledim. Nihayetinde de evimin çatısında ve balkonunda bitki satışıyla bitki dünyasına katıldım. Eve sığmayıp bir bahçe müştemilatına geçerken endişelendim, acaba evin büyüsünü orada yakalar mıyım diye. Bir arkadaşımın "Sen neredeysen büyü orada" diyerek önerdiği şu an adını hatırlamadığım bir kitabı okuduktan sonra cesaret edip atölye-dükkanı açtım. Tam da öyle oldu. Ben neredeysem büyü orada oldu! 

İşin özü, bir işi tutkuyla yaparken aklından, kalbinden geçenler, dışına vuranlarla aslında kendini tanıyorsun.

- Realist bir insan olmama rağmen kendi deneyimimde bitkilerden çok şey öğrendim. Sıkıldığım zamanlar olsa da asla bırakamıyorum. Sormak istiyorum bitkilerden hayata dair ne öğrendin?

Ne öğretti, ben sana sorayım. Söyle bakalım. (Gülüyoruz.)

- Doğa'nın ritmini, sabrı ve karşımdaki kişinin alabileceği kadar değer vermeyi öğrendim. Starliçe'nin yapraklarının açılırken çıkardığı çıt sesi bana her zaman bir şeyler fısıldar. Çiçeğin suyunu da aynı insanlara gösterdiğimiz sevgi gibi ne çok ne az. Tam kıvamında, dengede.

Bravo.

"Ne almaya hazırsan onu veriyor sana; hayat gibi"

- Konuk ve uzman sensin. Okuyucularımız senin fikirlerini merak ediyor esas sen neler öğrendin?

İşte bunları. (Gülüyoruz.) Yani şöyle, biraz ayna gibi bu iş. Bence resim de böyle, bitkilerle ilgilenmek de. Ne almaya hazırsan onu veriyor sana. Hayat gibi. Bazen sabır, bazen de sabırsızlık veriyor. İşin özü, bütün bu işlerden kendini tanıyorsun.

"Sadece görüntüyü kurtarmak ya da gösteriş için bitki alma; bitki dekor eşyası değil, bir canlı."

- Anaç ruhumuz da coşuyor değil mi?

E o da coşuyor tabii. Mesela, sukulentleri çoğaltması çok kolay, bir sene sonra altları dökülüyor, uzuyor, onları her sene kırıp kırıp süreci baştan başlatıyorum. O kırdığıma da kıyamıyorum onu da kenara koyuyorum. Bu sefer ondan da çıkmaya başlıyor. Yere düşüyor onu da alıp bir yere sokuyorum. Bitki atılamıyor asla. Her bir parçasında can var. Dolayısıyla başka yaşam formlarına saygıyı öğreniyorsun. Sabrı öğretti bazı durumlarda. Hâlâ çok sabırsızım, telaşlıyım ama sonuçta sabrı öğretti, doğanın bir ritmi var, sen ne yaparsan yap o öyle kalacak. O saatte açıyorsa açıyor ve her sene de aynı değil ayrıca. Tamamen kafasına göre. Kitapla ilgili de onu söylüyorum. Aslında kitabımın benzerleri yurt dışında olsa da, yazdıklarımı sadece bitki bakımı olarak değil, herhangi bir canlıya bakış yöntemi olarak değerlendirmek gerekiyor. Hep aynı örneği veriyorum; bir köpek aldın, bu köpek nereden geliyor? Alaska'dan mı geliyor, Afrika'dan mı geliyor, bu hayvan bu kürküyle bu iklimde yaşar mı? Hastalıkları neler? Gibi. Kısaca, sadece görüntüyü kurtarmak ya da gösteriş için bitki alma. Bitki dekor eşyası değil. Bir canlı. Gerçekten sana uyuyor mu uymuyor mu? Önemli olan bu.

"Bahçecilik hayat boyu devam eden bir süreç"

- Günümüzde tüketim odaklı zihniyet, ''yaşam kalitesi'' maskesi altında bizi içten içe yiyor. İklim krizi geleceğimizi tehlikeye sokarken, su sorunu yaşadığımız halde sorumsuzca bahçelerimize yapıştırma çim ekleniyor ya da havuz inşaa ediliyor. Sürekli böcek ilacı kullanılıyor. Tek amaç görsellik. Muğla'daki cennetinde peysajını nasıl yaptın? Çim yerine nasıl alternatifler geliştirdin?

Muğla'ya gittiğimizde bitkilerimde yanımızda geldi. Ve orada şunu fark ettim. Dünyada birçok yer gezmiş ve görmüş biri olarak otel bahçesi gibi manikürlü bir bahçe istemiyordum. Burası orman ve doğal yapısını korumalıydık. Fino köpeği gibi tıraşlı, kurdeleli olmasın, doğal gözüksün istedik. Bahçecilik hayat boyu devam eden bir süreç. Bitti dediğim anı yok. O yüzden de burayı kaybettiğim bitkilerin yerine zamanla, yaşadığımız yerin ekosistemine uyumlu yerli bitkilerle dönüştürmek istiyorum. Bahçede hiç zehir kullanmıyoruz, ekosistem ve toprak canlı, sağlıklı. Bir sene bir böcek artarsa düşmanı gelip yiyor, dengeliyor. Biz zehirlemedikçe doğa kendi dengesini kuruyor. Kırsala taşınanlar hemen havuz yapıyor. Güneşin altında o su çiş gibi oluyor, kirleniyor, sürekli klor, klor değilse tuz doğaya karışıyor.

Ancak havuzu olan arkadaşlarımda, sanayide tasarruf sağlanmazken, bireysel çabanın işe yaramayacağını savunuyorlar, onları da anlıyorum. Konu eninde sonunda "Ben niye dert çekiyorum"a geliyor. Ben de diyorum ki "Evet sen havuz seviyorsan, kullanacaksan yap. Allah aşkına kullan bari, sadece havuzum var diye yapma" Ya da "Çim yapacaksan az su isteyenleri seç". Mesela benim bahçemdekiler hiç şekilde ilaç istemiyor. Biz, bahçemizde Antalya'da ayrıkotundan geliştirilmiş, çok az su isteyen Zoysia Japonica diye bir tür var, onu kullanıyoruz.

- Bahçenin bir kısmı da çakıl taş kaplı değil mi?

Bizim orası yangın bölgesi. Altımız su yatağı. Aşırı yağmurlarda sel oluyor. Ve arabayla girersen dizine kadar batabilirsin, dolayısıyla o bölgeyi çakıl yaptık ama çakıl da çok tercih edilen bir şey değil. Unutmamak lazım ki her adımın bir ayak izi var. Çakıl koysan maden ocağı açıldı diye grev yapıyoruz, beton ev yapsan beton sever oluyorsun. Doğru, hepsi doğru. Biraz çakılım var, biraz su istemeyen çimim var. Biraz açık toprağım var. Az biraz betonum ve ahşabım da var. Bütüncül bakmak gerekiyor. Yaşadığın yer ve oranın iklim şartları çok önemli. Derinlemesine çok konuşmadan havlıyoruz birbirimize. Sonuçta her şeyin bir dengesi var. Bir şeyleri harcayacağız ama attığınla tuttuğun denk geliyor mu, hakikaten gerek var mı? O havuzda yüzeceksen yap, çimin de alternatiflerine bir bak. Belli bir kitle bu bilinç oluştu diye düşünüyorum. En azından bizim oraya gelenlerde oluştu diyebilirim.

- Peki evlatlara dönecek olursam marketlerden ya da fidanlıklardan toprak alıyorum ancak ideal mi emin değilim. Kendi toprağımı hazırlamak istiyorum. Ne önerirsin? Bize karışımlarının sırrını anlatır mısın?

Elbette en temel bitkiler için birkaç tarifimi sizden esirgeyecek değilim! Zevkle…

Tropikal bitkiler için:

3 ölçü torf-toprak (humus katkil olabilir)
1 ölçü ponza* (saks ve bitki büyüklügüne göre 3-5 milimetre veya 5-8 milimetre)
1/2 ölçü iri dere kumu* (2-5 milimetre)

Kaktüsler için:

3 ölçü torf-toprak
1/2 ölçü ponza (saks ve bitki büyüklügüne göre 3-5 milimetre veya 5-8 milimetre)
1ölçü iri dere kumu
(Kolon kaktüsler için 1/2 ölçü ince dere kumu eklenebilir.)

Sukulentler için:

3 ölçü torf-toprak
1 ölçü ponza (3-5 milimetre)
1/2 ölçü iri dere kumu (2-5 milimetre)
(Lithops gibi suya hassas türler için torf-toprak ve iri dere kumu oranı ile 1 olarak uygulanabilir.)

"Kendini, bitkinin yerine koyarsan problem çözülür"

- Doğru ışık konusunu bir türlü çözemiyorum. Her kaynakta farklı bilgi var. Doğru ışık nedir ve nasıl çözümleyeceğiz?

Doğru ışığa karar vermek için, en güzeli bahçeye ya da balkona çıkmak. Bahçeye çıktığında, çok güneşli bir günde, sen nasıl cayır cayır yanıyorsan, gerçekten yüzüne vuruyorsa güneş, bitkilerinde tepkisi aynı şekilde oluyor. Bizim evde, sabah camımızın kenarına beş dakika uğrayan güneş yakıcı olmuyor. Ancak bitki güneşli yer istiyorsa ve balkonun yoksa onu alma. Biraz az ışıkla idare eder diyeni evin içine al. Bir de tropik bitkiler loş ışık ve nemli ortam sever. Kendini, bitkinin yerine koyarsan problem çözülür. Dolayısıyla, "Ben bitkiyim, tropik ormanda yaşıyorum. Buradan çıkıp hangi evde mutlu olurum" diye düşünmek gerek.

- Peki sen ne yapıyorsun bu konuda? Bu işin bir püf noktası var mı?

İşin püf noktası, doğrudan güneş isteyen bitkileri güneşe çıkarmadan önce kendi cildimize gösterdiğimiz özeni göstermek. Yaprakların güneşte eski haline gelemeyecek şekilde yanmaması için, bitkilerime pigment ayar yapma süresi tanıyorum. Bir hafta süreyle sabah saatlerinde birkaç saatliğine dışarıda tutarak güneşe alıştırıyor, ondan sonra gün ışığının tadını çıkarmaları için onları bırakıyorum.

DOĞRU IŞIK

İç mekânda:

Gölge: Camdan uzakta, gözlüksüz gazete okunacak seviyede ışık
Yarı gölge: Güneşsiz ama aydınlık ışık
Yarı aydınlık: Bol ışık alan, ancak doğrudan güneş ışığı almayan alan.
Aydınlık: Az da olsa belirli saatlerde doğrudan gün ışığı alan, batıya veya doğan
Güneşli: Gün boyu en az bes-alt saat doğrudan gün ışığı gören yer

Dış mekânda:

Gölge: Yoğun yapraklı bir ağaç altı veya saçak altı, kuytu, doğrudan güneş almayan bir alan
Yarı gölge: Güneşsiz, yoğun olmayan yüksek bir ağacın altı.
Yarı aydınlık: Kısmi güneşli, seyrek yapraklı bir ağaç yanı.
Aydınlık/güneşli: Sabahtan aksama uzun saatler doğrudan güneş alan yerler.

- Evde bir sürü bitkim var ama bazılarının ucu kurumuş, yaprakları yarılmış durumda. Sorunsuz ama şeklen tam istediğim gibi değil. Otellerde ya da AVM'lerde gördüklerim ise her daim parıl parıl ve muazzam. Nedir onların bildiği bizim yapamadığımız ?

Hemen söyleyeyim, tüm bitkileri sürekli yenileriyle değiştiriyorlar. Ben de senin gibi aynı şeyi düşünüyordum. Karanlık AVM'lerin aralarında harika bitkiler görüyordum, bunlar nasıl burada yaşıyor da bizde olmuyor diye hayıflanıyordum. Sonra okudum ki birçok yerde, bitki bozuldu mu atıyorlar, yenisini alıyorlar. Bütçeleri de var, kesme çiçek gibi yani, sen hep orada yenisini görüyorsun.

"Bitkilerinizin derdini dinlerseniz iyileşirler"

- Bitkiler neden hastalanır ve dertlerini nasıl anlayacağız?

Bitkilerinizin derdini dinlerseniz iyileşirler. Bitkinizin sağlık kontrolü için daima gözle muayene etmek, sağına, soluna, toprağına bakıp gün aşırı bitkideki belirtileri takip etmeniz gerekir. Bitkilerin Ruhu kitabında da anlatıldığı gibi "Bir bitkiyi saygıyla kullanırsak daima bizimle kalır ve çoğalır. Onu görmezden gelirsek yanımızdan gider."

- Neden hastalanırlar?

Havasızlık, çok veya az su vermek, ışık isteyen bitkileri gölgede bırakmak, az besin, yanlış besleme, kök çürümesi, bulunduğu ortamın uygun olmaması, saksının küçük veya büyük gelmesi, toprak karışımının uygun olmaması, salgın hastalıklar, böcek, akar, mantar gibi bazı canlılar diyebilirim.

- Peki nasıl korunacağız?

Çok net söyleyebilirim ki -bana belki kızanlar da olabilir ama- iç mekandaysan, doğada arılar, uğur böcekleri gibi bize gerekli, faydalı türlerin bu zehirden etkilenme ihtimali yoksa elbette zirai tarım ilacı kullanabilirsin. Baktın organikle başa çıkamadın, o zaman ehliyetli yerde aldığın güncel bir ilacı doğru ölçekte kullanarak çözmen gerekir. Sulama suyuna verdiğinde kendin de solumak zorunda değilsin. Çünkü yaprak bitlerinde zarar şöyle oluyor: Bit gelip bitkiye konuyor, dalına yaprağına dişini geçirip öz suyunu emiyor. Sulama suyuna verdiğin ilaç doğrudan bu biti öldürüyor. Bahçede ise o biti yiyenede zehir geçiyor, ya da nektar toplayana da. Hatta onları yiyen kuşlara, kuşları yiyen diye bize kadar geliyor zehir. Üstelik etkisi azalacağına artarak. Zirai ilaç kullanmak istemiyorum diyorsan da sulandırılmış alkol tüm böcekler için ideal. Ancak bitlerin hızlıca çoğalması sebebiyle sürekli ve defalarca pamuk yardımıyla uygulama yapmalısınız.

Bitki seçerken nelere dikkat etmelisiniz?

Bitkinizi evinizdeki diğer canlıların huyuna ve sağlık önceliklerine göre seçin. Almadan önce olası "yan etkileri"ni araştırın! Ayrıca patili dostlar için ev içinde veya ulaşabilecekleri yerlerde, ihtiyaç halinde yiyebilecekleri zararsız bitkilerden bulundurun.

Ev hayvanları için tehlike oluşturabilecek bitkilerin listesine de göz atmayı unutmayın.

 

Fazla sulama belirtileri

  • Çürümüş çiçekler
  • Küflü yapraklar
  • Zayıf gelişim, ince sürgün
  • Yumuşak, çürümeye başlamış gövde
  • Taze veya yaş yaprak gözetmeksizin yaprak dökülmesi
  • Toprakta kötü koku
  • Islak toprak ve çürük kökler
  • Saksı dibinde kötü koku

Az sulama belirtileri

  • Hemen dökülen tomurcuk ve çiçekler
  • Boynu kırılmış çiçekler
  • Aşağı bakan sönük taze yapraklar
  • Kurumuş, yanmış gibi aşağı sarkmış alt yapraklar
  • Aniden dökülen taze yapraklar
  • Rengi açılmış, çatlamış, saksı kenari ile arasında boşluk oluşmus toprak
  • Hafiflemiş saksı

 

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla birebir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

Yazarın Diğer Yazıları

Ahmet Bozkurt: Tanpınar edebiyatımızın hastalıklı "baba" figürlerindendir

"Hep acemi kalmış, sürekli öğrenme arzusuyla yanıp tutuşan, hep yeni sesler ve dünyalar arayan bir şairin dünyası için "ustalık" ne kadar köhne bir sözcük. Turgut Uyar hep acemi kaldığı için ve usta olamadığı için hep büyük şairimiz olarak kalacak"

Erkeğin çileli yolu: Gece hayatı

Pavyonlar ve gazinolar, AKP’nin Türkiye’ye yaşattığı neo-liberal dönüşümle birlikte altın çağını yaşadı

Doç. Dr. Özgür Türesay: 1854'te İstanbul'da Levanten ve Avrupalı çevrelerde ruh çağırma seansları yapılıyordu

"Osmanlı toplumunun üst kesimlerinde ve özellikle kozmopolit çevrelerde ruh çağırma seanslarının 1850'lerden itibaren sıklıkla yapıldığına dair bilgiler mevcut. Her millet ve dinden medyumlar var"