22 Temmuz 2023
"Komitacı", şair, gazeteci ve yazar Roni Margulies yaşamını yitirdi. Oldukça genç sayılabilecek bir yaşta, 68 yaşında yaşama gözlerini yumdu. Çeşitli nedenlerle aramız açıldığı için hasta olduğundan haberim yoktu. Dolayısıyla ölüm haberi karşısında ne yalan söyleyeyim hazırlıksız yakalandım. Bu haberi almak, beni sarstı ve üzdü.
Vedalaşamadığım için, onun anısına bir yazı yazmadan edemiyorum.
Benim zihnimde üç Roni var.
Birbirine alternatif mi bilmiyorum ama şöyle sıralayabilirim: Şair olarak, insan olarak ve politik olarak Roni…
Kendisini daha lise yıllarımda (ki bu geçtiğimiz yüzyıla tekabül ediyor) İzmir'de bir toplantıda tanımıştım. Benim ve arkadaşlarımın ilgisini, yaptığı politik konuşmanın ötesinde, şair kimliğiyle de çekmişti. Toplantıdan sonra hep birlikte Kemeraltı civarındaki salaş bir içkili mekâna geçmiş, toplantıya orada devam etmiştik. Biz liseli yeni yetmeler, tanınan bir şairi bulmuşken kimi şiirlerimizi okumuş ve nazikçe çok "post-modern" oldukları yorumunu almıştık. Bize yine esprili bir dille "Hacivatlık" yapmamamızı salık vermişti.
Ne kastettiğini o gün anlayamamıştık ama Adam Sanat ve Sombahar gibi dergilerde yazdığı yazılarını (sonradan bunları Şiir, Yahudilik Vesaire'de topladı) okuyunca kavramıştık. O yıllarda Haydar Ergülen ile (keza yanlış hatırlamıyorsam Küçük İskender ile de) girdiği bir polemik vardı. "Hacivatlık" derken, özellikle 1980'li yıllardan sonra yükselişe geçen, anlamsal bütünlüğü olmayıp salt kelime oyunlarından, aliterasyonlarından, yan yana geldiklerinden ilginç sesler çıkaran sözcüklerden; orta yerde bölünmüş veya bölünmesi gereken yerde bitişik yazılmış kelimelerden oluşan dizeleri kastediyordu.
Açıkça adını koymasa ve yazdıklarıyla tam olarak içine sığmıyor olsa da toplumcu ve modernist bir tarzı, anlatımcı bir çizgisi vardı. Ama bu kalıpların hiçbirine tam olarak girmezdi. Hele ki dönemdaşı devrimci şairlerin aksine, örneğin, "sosyalist gerçekçiliği" Stalinizm ile lekeli sayardı. Attilâ İlhan'ın dizelerini (kendisinden politik olarak nefret etmesine rağmen ve hattâ hakkında "bir faşistin iyi şiir yazamayacağını keşke söyleyebilsek ama söyleyemiyoruz" gibi mesajlar da içeren bir yazı yazmasına rağmen) severdi.[i]
Roni'nin dizelerini okuduğunuzda bir öykü dinler gibi olurdunuz. Sınıf vurgusunu veya dizelerindeki siyasi yönleri arttırmak istemesine rağmen bunu pek beceremediğini düşündüğünden bahsederdi.
Kendi ifadesiyle (bugünlerde hayli tartışmalı olan) "Türkçe edebiyat"a (özellikle Şavkar Altıner'le birlikte) güçlü polemikleri; Ted Hughes, Philip Larkin, Yehuda Amihay gibi önemli şairlerinin dizelerinin çevirilerini ve Londra-İstanbul arasında gelgitli yaşam süren, Aşkenaz/Sefarad Yahudisi, romantik bir devrimci Marksistin kendine özgü dizelerini bıraktı.
Bunlar kesinlikle az şeyler değil.
2002'de kazandığı Yunus Nadi Şiir Ödülü fazlasıyla hakkıdır.
Roni Margulies, şairliğinden de iyi ve "orijinal" bir insandı.
İyilik görelidir, orijinalliğinden bahsedeyim.
Onu tanıyan hemen hemen herkes, ona özgü karakteristikleri bilir: Örneğin "r" harfini söyleyemeyişi veya kendine has söyleyişi, titrek sesi, asla hiçbir berbere dokundurmamaya ant içtiği bıyığı, toplantılarda söz aldığında ayağını zeybek oynar gibi kaldırıp yanına aldığı sandalyeye yaslayarak konuşması; eğer panelistse, kapalı alan yasağı falan dinlemeyip slim sigarasını yakması, konuşmalarında hemen her konuyu İngilizlere özgü esprili bir dille anlatması gibi…
"Roni Amca", "Roni Abi" veya "Roni Bey" gibi hitaplardan hoşlanmaz, kendisine sadece "Roni" denmesini isterdi. Bu nedenle büyük küçük herkes onu sadece "Roni" diye çağırırdı. Resmî ortamlarda soyadı okunurdu ama yakın arkadaşları soyadını kullanacaksa dalgasına "Morgül" de derdi.
Soyadının anılmadığı bağlamlarda Kürt sanılmaktan gocunmaz, hattâ bundan hoşlanırdı. Öyle ki bunu bir şiirine bile yansıtmıştı:
Benim adım Harun'dan gelir, Musa'nın kardeşi
Harun'un Haron'dur İbranicesi
Roni olsun demiş annem
Bir toplantıda öğrendim dün gece
Adım bir de Kurmançi dilinde aydınlık demekmiş
Ne ben biliyordum ne de annem
Ve ne Musa ne hudut tanıyan
Ne yurda ne ulusa inanan ben
31 Mayıs 1999 günü yanlış ulustan sanıldığı için ismim çocuklar gibi sevindim.
Bildiğim tek kelime roni olmasaydı Kurmançi dilinde bar bar bağırmak isterdim.
Güler yüzlü Roni; Türkiye'den gelip de yolu Londra'ya, özellikle de Kuzey Londra'ya düşen politiklere, olanak bulmuşsa, içten bir misafirperverlikle davranır ve onlara yol yordam gösterirdi. Burada uzun uzadıya anlatmak mümkün değil ama yolu düşenler (hattâ politik rakipleri dahi) bunu iyi bilir…
Roni Margulies, diğer tüm özelliklerinden önce kendisini bir "devrimci" olarak tanımlardı. Öyle ki az önce bahsettiğim edebi polemiklerde, muhatabının "önce reklamcı mı yoksa şair mi" olduğuyla ilgilenmediğini ironik bir dille yazar, fakat kendisinin "önce komitacı, sonra şair" olduğunu söylerdi.
Siyasi hayatının son anına kadar da "devrimci Marksist" olduğunu dile getirmekten geri durmadı. Antikalarla dolu evinin girişine, pazarda bulduğu paslanmış bir orak ve çekiç astığını hatırlıyorum.
Dünyanın çeşitli köşelerinde, çeşitli eylemlerdeki kişisel sohbetlerimizde, Türkiye'de pek az kişinin sahip olabileceği bir eğitim olanağına sahip olduğunu, dolayısıyla istese çok başka mevkilere gelebileceğini fakat bu eğitimi işçi sınıfı yararına yönlendirmeyecekse kendini borçlu ve suçlu hissedeceğini söylediğini iyi anımsıyorum. Hattâ dün gibi…
Roni, politik olarak da orijinal, yani kendine hastı.
Yahudi olmasına rağmen İsrail'i eleştirmekle kalmıyor, açıkça bu devleti işgalci görüyor ve yıkılması gerektiğini savunuyordu. Bu antisiyonizm yolunda, antisemitiklerle bile yan yana yürürdü. Hatta kendi cemaatinden sert tepkiler aldı ama buna aldırmadı.
Marksist siyasetin içinde de ana akımın dışladığı Troçkist çizgideydi. Fakat Troçkistlerin içinde de Troçki'yi en çok eleştiren; dolayısıyla, kimi Troçkistlerin de dışladığı bir hattı takip etti.
Sovyetler Birliği'ndeki rejimin Troçki'nin yazdığının aksine "dejenere bir işçi devleti" değil, düpedüz kapitalist bir devlet olduğunu savunan Tony Cliff'in (Ygael Glückstein) ekolündeydi. Bu ekol içinde Roni, özel mülkiyetin devletleştirilmesinin komünizm için gerek şart olsa da yeter şart olmadığını; bu ülkede işçilerin emeklerinin sömürüldüğünü ve işçi iktidarının (işçi demokrasisinin) bulunmadığını, dolayısıyla bu ülkenin olsa olsa "devlet kapitalizmi" sayılabileceğini savunuyordu.
Roni ve arkadaşlarına göre Stalin'in karşı-devrimini, Troçki bile görememişti. Bu nedenle Sovyetler Birliği'nin yıkılması (diğer tüm kapitalist devletler gibi) gerekliydi.
Roni'nin İngiltere'deyken üniversitede tanıyıp takip ettiği bu çizgi, sonradan Türkiye'de bir fraksiyon buldu. Kimi eski Kurtuluş kadroları bu hareketin görüşlerini Sosyalist İşçi Gazetesi etrafında savundular. İşçi sınıfı dışındaki devrimci çarelere, bireysel terörizme, ikameciliğe karşı çıktılar. Kürt sorunu ve Kıbrıs sorunu gibi konularda ulusların kendi kaderini tayin hakkını ve devrimci yenilgiciliği savundular. Ortodoks biçimde "işçici" bir çizgi izlediler.
Türkiye'de yeterli karşılığı bulamamış olsa da bu hareket, 2000'li yıllara kadar teorik bir ısrarı temsil etti. Roni o yıllarda müstear isimle çok sayıda yazı yazdı. Kürt meselesi bağlamında dikkate alındılar, KESK vb. sendikalara bir ölçüde etki ettiler.
Fakat 2000'li yıllarla birlikte bazı şeyler değişti. Seattle, Prag, Nice, Quebeck, Göteborg'da kapitalist küreselleşmeye karşı arka arkaya eylemler baş gösterince bu yeni hareketin, "eski sol"u tasfiye edeceği ve yepyeni bir devrimci olasılık yaratacağı sanrısına kapıldılar. Birbirine hiç benzemeyen ve geçmişte yan yana gelemeyen çevrelerin, kapitalizme karşı bir "birleşik cephe" oluşturacağını düşündüler. Bu hareket kısa bir süre sonra Irak Savaşı'na karşı bir harekete dönüşünce önce Irak'ta Savaş'a Hayır Koordinasyonu, sonra Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu gibi yapıları da bir "birleşik cephe" gibi gördüler. Bu bağlamda en çok da politik İslam'ı önemsediler.
İşçilerin, Adalet ve Kalkınma Partisi'ne oy verdiğini, işçi sınıfıyla buluşmanın bu İslamcılarla ittifak kurmaktan geçtiğine inandılar. Kemalizmi, Stalinizme benzetip her türlü anti-Kemalist hareketle yan yana gelmeyi bir strateji meselesi kıldılar.
Tüm bu süreçlerde Roni, söz konusu adımları teorize eden isimlerden biriydi. Fakat bu teoriler, Türkiye'ye Londra'dan bakan (örneğin İslamofobiyi bağlamdan kopuk biçimde kategorik olarak ırkçılık gören) bir perspektifi temsil ediyordu.
İslamcılarla ittifaka dönük ısrar öyle bir yere vardı ki (sık kullandığı jargonla) "Kemalist askeri vesayet"in yıkılışına "devrimci olasılıklar" için omuz verme saplantısı, gitgide AK Parti ile daha çok yaklaşmalarını beraberinde getirdi. (Suriye savaşında da "Özgür Suriye Ordusu"nu bu nedenle çok yanlış okudu.)
O yıllarda Kemalizme karşı en çok yazan isimlerden biri Roni oldu. Öyle ki bu biriken yazılarını sonradan "Larda Yüzen Alsancak" (Kanat Kitap, 2007) isimli bir kitapta topladı. "Eski sol" olarak gördüklerine o kadar çok vurdu ve alaya aldı ki solcular onu, üzerine yeşil boya atarak protesto ettiler. Hakeza, "çubuğu" bu kadar bükmesinin karşılığı, 2010 anayasa değişikliği referandumundan sonra bizzat Recep Tayyip Erdoğan'ın canlı yayında "yetmez ama evet" kampanyasından mütevellit teşekkürü ve saray sofrasına daveti oldu. Bu daveti ve teşekkürü reddetmedi, İslamcılığın dümen suyuna girdi.
"Askeri vesayet"i güya yıkma yolunda, şeriatçılığın yükselişine "dur" diyemediği gibi, bu süreçlerde herhangi bir özeleştiri emaresi de göstermedi. Bu nedenle de hayatını devrimci mücadeleye adamış diğerkâm biri olmasına rağmen, pek çok solcu nezdinde adının peşi sıra sıralanan bu eleştirilere tutarlı bir yanıt vermedi. Kendisinin ve çevresinin, soldaki zaten ihtilaflı olan politik muteberliği, yerle yeksan oldu.
Tüm bunlardan, tabii ki işçi sınıfının haberi bile yoktu.
Bugün vefatından sonra, onun "iyi" bir insan, "iyi" bir şair olması dahi, politik eleştirilerin yoğunluğu karşısında bu aşınma ve meşruluk yitimi sorununu aşmasına yetmiyor.
Ne acı…
Özetle Türkiye'de solun kaybetmesine soldan katkı sunanlardan; ağaca vurulan baltanın sapı olanlardandı. Günahı hiç az değil.
Dedim ya kendisine "önce komitacı, sonra şair" derdi.
Bence kötü bir komitacı, özgün bir şair, fakat çok dost canlısı bir insandı.
Yakınlarının başı sağ olsun.
Elveda Roni…
[i] Pek çok Troçkist gibi Roni de faşizm kavramını rastgele kullanmazdı. Hafızam yanıltmıyorsa o yazıda da Attillâ İlhan'a "faşist" dememiş ama kimi faşist şairlerle analoji kurmuştu.
Tolga Şirin kimdir? Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda doçent olarak çalışmaktadır. Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı. TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir. Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir. 2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı. Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir. Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır. |
PKK’nın bir yandan “bağımsız devlet talep etmiyoruz” deyip, diğer yandan “barış görüşmeleri” sürerken Türkiye’yi “soykırımcı” olarak tanımlaması da derin bir çelişkidir. “Soykırım” gibi hukuki ve ahlaki açıdan ağır bir kavramın bu kadar kolay kullanılması, kavramın kendisini de yıpratır
Sorun, Lozan’ın ne söylediğinde değil, nasıl uygulandığında aranmalı. Hukukî kavramları yerinden oynatarak siyasal anlatılar inşa etmek, hem teknik hem tarihsel açıdan ciddi riskler taşır
Almanya, anayasasında yazan ilkeleri savunmakla, çoğunluğun oyuyla gelen tehdide karşı direnmek arasında zorlu bir sınavdan geçiyor. Bu sınav yalnızca Almanya’ya değil, hepimizi ilgilendiriyor…
© Tüm hakları saklıdır.