03 Ağustos 2023
Disney Plus isimli kanal, Mustafa Kemal Atatürk hakkında bir dizi yapmaya girişti. Basındaki haberlere bakılırsa; bunun duyulmasından sonra, Amerika Ermeni Ulusal Komitesi (ANCA) isimli bir sivil toplum kuruluşu, dizinin yayından kaldırılması için bir kampanya başlatmış. Bu kampanyayı yapanlara göre; Atatürk bir soykırımcı imiş, bu nedenle dizisi yapılamazmış.
Görünen o ki Disney kanalı bu iddiayı dikkate almış ve kendince Atatürk'ü "iptal" etmiş bulunuyor. Son bildirime göre yapım Fox TV'de yayımlanacakmış…
Bu konu, ifade özgürlüğüyle ilişkili olduğu için üç şey söylemek istiyorum:
İnsan hakları hukukunda, "soykırım" kavramı hayli önem taşır. Bunun, insanlığa karşı bir suç olmasının yanı sıra, meselenin ifade özgürlüğü ile de ilgili bir yönü vardır. Avrupa insan hakları hukukuna göre "soykırım inkârı" bir nefret söylemidir. Bu nedenle, ifade özgürlüğü korumasından yararlanmaz. Bu türden söylemler, ırkçı sayılır ve ifade özgürlüğüne dair geleneksel inceleme yöntemlerine dahi tabi tutulmaz.
Bir soykırım inkârcısı, olur da inkârından ötürü yaptırıma tabi olursa, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (bundan sonra Mahkeme diyeceğim) bu inkârcıya sıcak yaklaşmaz. Mahkeme, demokratik toplum düzenine düşman saydığı bir ırkçının, ifade özgürlüğünü istismar etmesine izin vermez. Bu türden başvuruları "hakkın kötüye kullanılması" (İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi, md. 17) sayar ve reddeder.
Bunun tezahür ettiği vakalar genelde Yahudi Soykırımı'yla ilgilidir. Holokost diye de söylenen Yahudi Soykırımı, Mahkeme tarafından "açıkça sabit tarihsel vaka" ("clearly established historical fact") olarak nitelendirilir. Böyle bir soykırımın olmadığını iddia etmek veya olduğunu ama o kadar da sert olmadığı türünden "revizyoncu" savlar ileri sürmek, insan hakları sisteminin dışında görülür.
Bunun nedenleri birden çoktur. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin, II. Dünya Savaşı'nın ve Holokost'un reddiyesinin ürünü olması, bu sabit gerçeğe dönük çarpıtmaların kategorik olarak ırkçılığa hizmet ettiğinin düşünülmesi, Holokost'tan sonra hayatta kalanların ve/veya mağdurların korunması gerekliliği veya "bir sineğin küçükken bile mide bulandırabilmesi" gibi…
Burada hemen söz konusu yaklaşımın, ifade özgürlüğü literatüründe tartışmasız olmadığını kaydetmek gerekir. Kimileri, ifade özgürlüğünün, "sadece genel kabul gören veya zararsız ya da ilgilenmeye değmez görünen haber ve düşüncelere değil; aynı zamanda provoke eden, rahatsız eden veya şoke eden fikirler" için de koruma getirdiğini hatırlatır. Dolayısıyla Holokost'la ilgili tartışmalarda da her türlü görüşün ileri sürülebilmesi gerektiğini savunur.
Buna rağmen Mahkeme'nin Holokost konusundaki yaklaşımı istikrarlıdır. Mahkeme, Holokost inkârını kategorik olarak dışlar.
Gelgelelim konu "Ermeni Soykırımı" iddiaları olduğunda görüntü farklıdır. İnsan Hakları Mahkemesi, "Ermeni soykırımı inkârı" ile ilgili bir kararı ilk kez 2013 yılında vermiştir. İsviçre'de Ermeni Soykırımını inkâr etmenin yasaklanmasıyla ilgili bu davada Mahkeme, soykırım suçu için belli bir "soy"u yok etme niyeti gibi özel bir kastla (dolus specialis) hareket edilmesinin gerekli sayıldığını ve bunun kanıtlanmasının çok zor olduğunu ifade ettikten sonra, bu olayla ilgili bu ögeye dair kamusal bir tartışmanın süregeldiğini kaydetmiştir. Zira 1915 olaylarıyla ilgili olarak Nürnberg Mahkemesine benzer bir mahkeme tarafından verilmiş herhangi bir yargı kararı yoktur. Yani tarihsel veriler nesnel biçimde saptanmamıştır. Aslında bu durumun açıkça sabit olmaması, 2009'da bu olayları araştırmak amacıyla hükümetler arası (Türkiye ve Ermenistan arasında) bir komisyon kurmak üzere iki farklı protokol imzalanmış olmasından da bellidir.
Daha açık söylemek gerekirse ulus-devlet kuruluş sürecinde uygulanan "zorunlu tehcir"in Ermeni ırkını yok etmeye dönük özel bir kasıtla işlendiği yargısal veya tarihsel açıdan "sabit" olmadığı için Mahkeme bu konudaki tartışmalara müdahale etmekten kaçınmıştır.
Sonuç itibarıyla "Yahudi soykırımı inkârı" konusunda içtihat, "Ermeni soykırımı inkârı" bağlamına uyarlanmamıştır. Bu karar, iki olayın kolaylıkla aynı kaba sokulamayacağına dair göz ardı edilemez bir veridir.
İtiraz edilmesi gereken ikinci nokta, Atatürk'e yakıştırılan "soykırımcı" sıfatıdır. Bu ithamın hukuk dilinde karşılığı şudur:
Atatürk, Ermenilerin tümünü veya bir kısmını, yok etme niyetiyle;
(a) öldürmüş veya
(b) fiziki ya da ruhsal açıdan zarar vermiş veya
(c) fiziki varlığını tümüyle ya da kısmen sona erdirecek yaşam koşullarıyla yüz yüze bırakmış veya
(d) üreme engeline tabi kılmış,
(e) çocuklarının başka etnik gruplara aktarılması tedbirine maruz bırakmıştır.
Bu saydıklarım "soykırım suçu"nun ögeleridir. Bunlardan birinin Atatürk tarafından gerçekleştirildiğine ve/veya gerçekleşmesi için emrinin verdiğine dair elde tek bir kanıt dahi yoktur.
Aksine Atatürk, pek çok konuşmasında ve yazısında, konu buraya geldiğinde, İttihat ve Terakki'nin 1915'teki politikasıyla kendi arasında bir mesafe koyma gereği görmüştür. Örneğin Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) açıldıktan hemen sonra yaptığı bir konuşmada, Ermeni kıtalini (kırım) bir "fazahat" ("alçaklık") olarak tanımlamıştır. Keza Atatürk'ün yakın arkadaşları da anılarında (örneğin bkz. Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni) Paşa'nın bu konudaki politikayı "takbih ettiği"ni (kınadığını) yazmıştır.
Tabii ki bu kınama, Atatürk'ün, günümüz aktivistleri gibi hareket ettiği veya Ermeni savlarının yanlısı olduğu anlamına gelmez. Taner Timur'un da (1915 ve Sonrası: Ermeniler ve Türkler, İmge Yay.) dikkat çektiği üzere Atatürk, konuya bir siyaset adamı ve savaş hâlinde bir komutan gözüyle bakmıştır. Bu tutumu uyarınca Atatürk'ün öncelikli derdi, yaşanan olaylardaki yabancı parmağına dikkat çekmek ve batı kamuoyundaki riyakârlık olmuştur.
Nutuk'taki şu satırlar bunun tam olarak yansımasıdır:
"Şüphe edilmemek lazımdı ki, Ermeni kıtali hakkındaki beyanat, olan bitenlere uygun değildi. Bilakis, güney mıntıkalarında yabancı kuvvetleri tarafından silahlandırılan Ermeniler, mazhar oldukları himayeden cüret alarak bulundukları mahallerdeki İslamlara sataşmakta idiler. İntikam fikriyle her tarafta acımasız bir surette adam öldürme ve imha siyasetine yönelmekte idiler. Maraş feci hadisesi, bu sebepten meydana gelmişti. Yabancı kuvvetleriyle birleşen Ermeniler, top ve mitralyözlerle Maraş gibi eski bir İslam beldesini yerle bir etmişlerdi. Binlerce aciz ve masum valide ve çocuklan kalır ve imha eylemişlerdi. Tarihte emsali görülmemiş olan bu vahşetin faili Ermenilerdi. Müslümanlar ancak namus ve hayatlarını muhafaza endişesiyle mukavemet ve müdafaada bulunmuşlardı. Yirmi gün devam eden Maraş katliamında Müslümanlarla birlikte şehirde kalan Amerikalıların, bu hadise hakkında İstanbul'daki temsilcilerine çektikleri telgraf, facia müsebbiplerini tekzip edilemez bir surette tayin etmekte idi. Adana vilayeti dahilindeki Müslümanlar, tepeden tırnağa kadar silahlandırılan Ermenilerin süngüleri tehdidi altında, her dakika katliama maruz bulunuyorlardı. Hayat ve bağımsızlığının muhafazasından başka bir şey istemeyen İslamlara karşı tatbik edilen bu zulüm ve imha siyaseti, medeni insanlığın nazarı dikkat ve insafını çekecek mahiyette iken, aksinin vaki olduğunu iddia ve onun göz ardı edilmesi teklifi, nasıl ciddi kabul olunabilirdi?"
Keza, az önce bahsettiğim konuşmada da Atatürk, kimi Ermeni örgütlerin Doğu Anadolu illerinde ve Kilikya'da gerçekleştirdiği imhaları anlattıktan sonra, bunların intikamcı davranışlara yol açmadığını vurgulamış ve kendi tutumlarının sorumluluk bilinciyle olduğuna dikkat çekmiştir:
"Memleketimizde yaşayan sakin Ermenilerin her türlü taarruzdan masuniyetlerini temin eylemeyi (saldırılardan korunmasını sağlamayı) pek mühim bir vazifeyi medeniye telakki eyledik (uygar bir ödev saydık)"
Örnekleri arttırabilirim.
Şimdi, bu aktardıklarım ve benzerleri ortadayken Atatürk'ü bir "soykırımcı" saymak fazlasıyla manipülatif bir tutum değilse nedir?
Bu sorudan sonra, şu şerhi özellikle düşmek isterim: Yeni bir ulus-devletin inşasına girişmiş kurucu bir liderin kimi tutumlarına dönük eleştiriler doğal olarak ileri sürülebilir. Keza -çok tartışmalı da olsa- Atatürk'ün "asimilasyonist" olduğu veya etnik çeşitlilik konusunda asgari hassasiyeti gözetmediği vb. noktalardan kimi eleştiriler bile getirilebilir. Hakeza böylesi eleştirilere karşılaştırmalı yanıtlar verilebilir. Hatta bu tartışma belki anlamlı bir noktaya bile taşınabilir.
Ne var ki sıfatı "soykırımcı" olarak seçtiğinizde, tartışmayı temelden dinamitlemiş olursunuz. Temelsiz sürdürülen akıl yürütme doğal olarak yıkılacaktır. Bunun altında kimin kalacağı ise hiç belli olmayacaktır.
Son olarak bir de bu "iptal kültürü"nden (İngilizce "cancel culture" deniyor) bahsetmek gerekiyor. Son yıllarda Amerikan liberallerinin yaygınlaştırdığı bu eylem biçimi, farklı ülkelere ithal edildi. Buna göre; kültürel çevrelerde kuyunun başını tutmuş kimi aklı evveller, kendi ideolojik dünyalarına uymayan, makbul saymadıkları veya diğer başka nedenlerle sevmedikleri kişilerin üzerini çiziveriyor ve düşman gördükleri kişileri hemen her alanda sansürlemeye yöneliyorlar. Ve bunu, bir politik protesto olarak takdim ediyorlar. Bu tutum uyarınca üzerine damga basılan kişilerin kitapları toplatılıyor, toplantıları iptal ediliyor, sözleşmeleri feshediliyor.
Üstelik bunu yapmak için bir yargı kararına dahi gerek duymuyorlar. Engizisyon mahkemesi mantığıyla hareket edip muhataplarına önce ceza kesiyor, suçlu olup olmadığını sona bırakıyorlar.
Gerçi ortada bir yargı kararı olsa bile, bir kişi hakkındaki sanatsal etkinlikler veya o kişinin sanatsal/bilimsel vb. üretimleri ile o kişinin geçmiş davranışları arasında nasıl doğrudan bir illiyet bağı kurulabilir? Bu, başlı başına bir mesele… Ama bunu takan pek yok. Malum çağımız "sosyal medya linci" çağı. Cadılar yakılıyor, yanmışsa "demek ki cadı değilmiş" deyip geçiliyor.
Bu tuhaflık hakkında çok şey yazılabilir ama konuyu dağıtmamak için bu sorunun üzerinde uzun uzadıya durmayacağım. Fakat Noam Chomsky veya Ronald S. Sullivan gibi isimlerin de aralarında bulunduğu bir grup aydının bir bildiriyle dikkat çektikleri gibi, bu tutum, ifade özgürlüğüne dönük en önemli güncel tehditlerden birisini oluşturuyor. Zira bu usulde hemen herkes dayanaksız etiketler yapıştırılma tehdidi altına giriyor; elinde çekiç olan, her şeyi çivi olarak görmeye başlıyor. Doğal olarak da bu çekicin kimin başına ineceği hiç belli olmuyor.
Sıra Atatürk'e bile geldiğine göre bu uyarıları ciddiye almak gerekiyor.
Yazıyı toparlayayım. Bu yazıyı, 1915'e, "Holokost" muamelesi yapılamayacağına, Atatürk'ün "soykırımcı" sayılamayacağına ve "iptal kültürü"nün önemli sorunlar getireceğine dikkat çekmek için yazdım. İfade özgürlüğü alanında çalışan biri olarak amacıma ulaştığımı sanıyorum.
Yazıyı, bir yurttaş olarak son bir not düşerek tamamlamak istiyorum:
1915'te yaşananların, biri Ermenistan'a diğeri Türkiye'ye bakan iki yüzü var. Yaşanan büyük trajedinin acılarının, bağnaz bir Türk düşmanlığı ve/veya Ermeni düşmanlığı üreten tutumlarla çözülemeyeceğini, aksine, daha da derinleştireceğini aradan geçen bunca zamana kadar öğrenmiş olmamız gerekirdi. Ama bu son gelişmeler de gösteriyor ki, öğrenmiyoruz.
Tolga Şirin kimdir? Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda doçent olarak çalışmaktadır. Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı. TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir. Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir. 2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı. Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir. Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır. |
Sorun, Lozan’ın ne söylediğinde değil, nasıl uygulandığında aranmalı. Hukukî kavramları yerinden oynatarak siyasal anlatılar inşa etmek, hem teknik hem tarihsel açıdan ciddi riskler taşır
Almanya, anayasasında yazan ilkeleri savunmakla, çoğunluğun oyuyla gelen tehdide karşı direnmek arasında zorlu bir sınavdan geçiyor. Bu sınav yalnızca Almanya’ya değil, hepimizi ilgilendiriyor…
Siyasal iktidar yalnızca bugünü yönetmiyor; toplumu geçmişe yaslanarak geleceği teslim etmeye çağırıyor. Seçim, yalnızca biçimsel hale geliyor. Vizyon ise, iktidarın değişmesini değil, halkın onu tarihsel olarak sürdürmesini bekliyor
© Tüm hakları saklıdır.