07 Haziran 2020

Vélocipède ya da velespit

Arkadaş çevremde kimsenin bisikleti yoktu. Benim de yoktu.

Ama bizim ilkokulun biraz ötesinde göz alabildiğine uzanan, üstünde ot bitmemiş toprak, dümdüz boş bir alan vardı. Tam ortasında nasıl kalmışsa kalmış , hafifçe yükselen yassı bir tümsek. Onun da ortasında orta boy bir ağaççık. Gölgesinde, tekerleğinin biri sökülmüş, kendi de ters çevrilip yere bırakılmış bir bisiklet ile, ona bakım yapan kavruk bir adam, bisikletçi. Anılarımı asıl oluşturan ise, işte o yükseltinin üstüne sıralanmış her türden, her boydan bisikletle dolu olmasıydı. Kiralık bisikletler!

Dokunup devirmemeye dikkat ederek çevresinde bilgiç edalarla mırıl mırıl söylenerek dolaşan çocuklar, arkadaşlarım. Bisikletlere imrenerek bakıyorlar ve kendi aralarında tatlı tatlı tartışıyorlardı. Bu yarış bisikleti, bak gidonu koç boynuzu gibi ama sürmesi zordur, senin ayakların pedallara yetişmez. Yok yavu, ben geçen gün bindim, kuş gibi uçuyor.

Parası olan yarım saatliğine, ya da daha uzun süre için beğendiği bisikleti alıp tümsekten aşağı kendini bırakırdı. Önce tek ayağını tek pedala koyar, diğeri ile yere küçük bir tekme, bisiklet mahmuz yemiş at gibi yola koyulur. Zaten diğer ayak da ata biner gibi havada bir yay çizerek öte yana geçerken sürücünün kıçı da selenin üstüne küt diye oturur. Bundan sonrası cennet bulutları üstünde uçarken serin rüzgarı göğsünde hissetmektir.

Bi tur atayım mı?.. Ara sıra parası olan gedikli küçük müşteriler, bisikletçi ile marka çeşitleri ve sürüş inceliklerini sohbet konusu yaparken, sözü yeni gelmiş kız bisikletine getirir, merakını gizleyerek iki eliyle gidonu kavrar ve kararlı bir ses tonuyla sorardı. Beklediği cevap da, tamam ama fazla uzaklaşma, şeklinde olurdu. Bu doğrusu çok ayrıcalıklı bir keyifti.

Çok dolaşan bir ailenin düşe kalka okuyan bir çocuğu idim. Asker babam onsekizime kadar okumamın maddi güvencesi olduğu gibi, okumazsan kalaycı çırağı olursun bak karışmam, korkutmacaları ile beni zora koşar, kendini de garantide tutardı.

Rüşvet olarak bisiklet vaadi çok sonraları geldi, ortaokulu takıntısız bitirme şartının bir kırbacı olarak çabalamalarımda ve hayalimde yer edecekti. Bu vaat gerçekten beni takıntısız olarak liseye ulaştırdı ama o bisiklet hiçbir zaman bana kadar gelemeyecekti.

Deprem sonrası yıllarda, yavaş yavaş yamaçlara doğru kaçan yeni kentin geride bıraktığı geniş toprak alanlardan biri de bizim için bisiklet veledromu olup çıkmıştı. Evlerden aldığımız ufak tefek harçlıkların, sarı leblebi ve damla sakızını saymazsak, bisiklet kiralamaktan başka harcanacağı pek bir şey yoktu Erzincan'da. Biz de öyle yapıyorduk.  

Arkadaşlarımla dağda bayırda gezerken, ben de onlar gibi gizlice tüttürürdüm evdeki sigaralıktan yürüttüğüm bir iki tanesini. Babam sigara içmezdi ama bir gün bana şık bir çakmak verdi. Yüreğim ağzıma geldi, belli etmedim, teşekkür ettim. Sanırım bir yerden ona verilmiş olmalı, o da kullanamıyacağı için, her türlü haşarılıktan geri durmayan oğlanın, her halde bir işine yarar düşüncesiyle bana vermişti. Öyle ya, gazete kağıtlarını birbirine yapıştırarak bir Montgolfier Balonu yapmaya kalkıp, içini de saman dumanıyla doldurmaya çalışırken kağıtları tutuşturan veledi pencereden gülerek izlemiş, hafiften alay konusu etmişti. Her neyse, çakmağa konmuştum ya. Doğruca bizim veledroma koştum çakmağı verdim ve en yakışıklı bisiklete akşama kadar sahip olma hakkımı kullandım. Şunca yıl sonra bile hâlâ tadı damağımda kalmıştır, ara sıra aklıma düşer.

Dedim ya, okullar boyunca sınıflarımı takıntısız geçme konusu babamın takıntısı olmuştu. Ben de onu mahçup etmemek için bazı yıllarımı ikmale kalarak ve yaz tatilimi güya sınavlara çalışarak geçiriyormuşum gibi yapıp, öylece sınıf atlıyordum. Yine güzel bir yaz sabahı annem, babam ve konu komşu küçük bir topluluk olarak altlarında birer kiralalık bisiklet, yakın köylere kır gezintisi yapmak üzere yola çıktılar. Bisiklet meraklısı olduğu bilinen ama ikmale takılı kalan bendeniz, cezalı olarak bu neşeli konvoya dahil edilmemiştim. Bakın, kazık kadar olmanın da bir hayli ötesine geçmiş, yılları devirmenin sonlarına varmış, altmış beş üstü bile olmuşum ama hâlâ içimde bir burukluktur kalmış, iyi mi.

Kös kös bizim veledroma gidip, cebimdeki son harçlığın hepsini külüstür bir bisiklete vererek oralarda tek başıma pedal çevirmeye başladım. Arada bir vızır vızır geri döndürerek pedal zincirinin çıkardığı o müzikal zırıltı sesini teselli kabilinden dinlemek fiyakalı oluyor, hoşuma gidiyordu. Ne var ki bazen zincir göbek dişlisinden atar, pedal boşa döner inip yerine yerleştirmen gerekir ama olsun. Yine de bu zevk kontrpedal bisikletlerde yoktu, çünkü geri basarsan pedal geri dönmez ama bisiklet frenlenirdi. El freni yerine icat olmuş bir kolaylık işte. Onları pek sevmezdik, keyifsiz gelirdi. Bir de balon tekerlek denilen kalın lastikli olanları istemezdik, lambur lumbur gelirdi, engebeli yollar için mi düşünülmüş nedir.

Her üstüne çıkan bisikleti alıp gidemez. Bisiklete binmeyi bilmek diye bir kavram ve bir beceri vardır, denemelerle kazanılır. Seni bir bisikletin üstüne koyarlar, yardımcı olan gönüllü, bir eliyle gidonu, diğer eliyle aceminin üstüne oturduğu seleyi tutar ve durmadan sana ters gelen talimatlar yağdırır, ayaklarına bakma karşıya bak, gidonu düşeceğin tarafa kır, gibisinden. Sonunda titreye sallana, kendi başına gitmeye ve buna da şaşmaya başlarsın. Kısa süre sonra da bisikletle giderken ellerini bırak, iki yana aç diyen canbazlaşma dürtüsü gelir. Nereye kadar, ilk düştüğün yere kadar, bisiklet bir yana, sen bir yana. Geçmiş olsun.

Acemilik çok sürmez, fiyaka öne geçer. Bisikletin uygun yerine çamaşır mandalı ile tutturulmuş küçük bir karton parçası, dönen tekerin cant tellerini arp çalar gibi tıngırdatmaya başlar. Yetmez, geri çevrilen zincir sesi, o da yetmez, çın çın öten çıngıraklı zil ile yollarda yürümeye çalışan zavallı yayaları da neşelendirirsiniz.

Yıllar sonra nihayet kendi paramla kendime bir bisiklet aldım, kırklı yaşımda, olsun ne beis. Anadolu yakasının asfalt yollarında, Kartal'a kadar sahil yolunda, git gel uçmaya başladım. Heyhat, benden başka bisiklet süren kimsecik yoktu çevrede, bu bir eksiklikti. Yolum yeni düzenlenen Fenerbahçe burnuna düştü, tadım kaçtı. Bir tabela, bisikletle girmek yasak, bir düdük bekçinin ağzında fırrt fırt. Çok sonraları aynı yere gittiğimde bisikletler park etsin diye sarı boyalı düzenekler konulmuştu.

Çok gezen ailenin yerinde duramayan üyesi olarak, kent içinde de taşınıp duruyordum. Sevgili bisikletimi de son ayrıldığım bahçeli bir binanın kapıcısına bırakıp çıktım.

Çok sürmedi, çalıştığım gazetenin bir ayrıcalığından yararlanan üç arkadaş, ikiye katlanıp küçülebilen üç bisiklet aldık. Arabanın bagajında her yere taşınıyordu. Uzun süre keyifle kullandım. Kentsel dönüşüm uğruna yıkılacak olan apartman boşaltılırken, benim katlanan bisiklet bir hırsızın kolayına gelmiş olmalı, onu koltuk altına sıkıştırıp giderken, benim basın meydan muharebelerinden kazandığım gazetecilik madalyalarımı da yanında götürmüş, böylece beni bir yükten daha kurtarmıştı.

Gözüm şu sıralar kentin her köşesine dağılmış kiralık bisikletler ile bir direğe ya da ağaça bağlanmış, birinin gelip almasını bekleyen Martı adlı şirin scooter'larda. Al kullan, dilediğin yerde bırak, nefis. Kentin altını üstüne getir.

Siyasetten sıkılmadınız mı? Ya da siyasetsizlikten… Aylardır evlerde kapalı kaldık, ama sakın maskesiz çıkmayın, siz siz olun öksürük olmayın, iki tekerleklilerin tadını çıkartın.

Yazarın Diğer Yazıları

Tan Oral çiziyor...

Türkiye'nin önde gelen çizerlerinden Tan Oral, çizgileriyle Türkiye ve dünya gündemini yorumluyor

Tan Oral çiziyor...

Türkiye'nin önde gelen çizerlerinden Tan Oral, çizgileriyle Türkiye ve dünya gündemini yorumluyor

Tan Oral çiziyor...

Türkiye'nin önde gelen çizerlerinden Tan Oral, çizgileriyle Türkiye ve dünya gündemini yorumluyor