23 Eylül 2023
Genel başkanlık yarışının da olacağı CHP'de 20'ye yakın şehirde kongre yapıldı. Epey kavgalı geçiyor. Delegeler dövüşüyor. Annelerini kurultaylara yollayıp "Dövüşmeyin guzum" mu dedirtelim? Eşleri salonu basıp "Konu komşuya rezil oluyoruz, çocuklar da kötü etkileniyor, Allah'ını seversen kavga çıkarma yine" mi desin? Kafadan attığım bir cümle "yine" diyerek bitti, çünkü biliyorum; kavgacı her yerde kavgacıdır. Sadece kurultay salonlarında hortluyor olamazlar.
Peki niye kavga ediyorlar? Listede yer alma yarışı yüzünden. Kavgaların odağında da delegeler var. Ve onlara destek veren gençler... Peki niye CHP'de, ve niye şimdi olmamalı? Çünkü üç ay önce milyonlarca kişi sahada elleriyle kalp yapıp gökyüzüne kaldırıyor, kürsülerden uzlaşma, barış, iyilik, güzellik vaat ediliyordu. Çünkü Türkiye'nin en çok buna ihtiyacı vardı.
Peki kim bu kavgacı delegeler? Siyasi parti delegeleri; kongrelerde oy hakkına sahip, yönetimi belirleyen üyeler. Yani esasen ilçeden başlayıp ülkeyi yönetmeye talip olacaklara kadar onlar belirliyor. O yüzden partiler için hayati değerde bu kongreler. Bir oyun var, atıp çıkacaksın sanıyorsun ama salon boks ringine dönebiliyor.
Delegelerin profili, partilere nasıl yön verdikleri, nasıl bir motivasyonla boy göstermeye çalıştıkları çok önemli sorular. Dolayısıyla dünya çapında sayısız araştırmanın, akademik çalışmanın konusu oldular bugüne kadar. Ama Türkiye'deki kurultaylara bakınca, analizler fazla bilimsel kalıyor. Frey, Lerner, Heidar gibi kuramcıların "parti içi katılım ve demokratikleşme" analizlerine bakıp, bizim kurultaylara üzerine dar gelen ceketiyle arzıendam edip, kolunu tam kaldıramadığı için de anca göbek hizası yumruk savurabilen iki abinin "bağa baaak, - baktım nolcak" restleşmesini çözemiyorsun. Birbirinin gözünü çıkaran delegelerin motivasyonunu kuramlarla açıklamaya çalışarak yorulmaya gerek de yok zaten. Hadi anladık ve yazdık diyelim, zaten delegeler yazılanları okumuyor. Çünkü delegelerin siyasete ilgisi var ama bilgisi yok. Uydurmuyorum, bu kanıtlanmış bir bilgi. Akademik bir çalışmada AK Parti ve CHP üyelerine "Kongre yönetmeliğini okudunuz mu?" diye sormuşlar. CHP'nin "Kongre Yönetmeliği" sadece sekiz, "İl ve İlçe Kongreleri Yönetmeliği" ise on beş sayfa... Öyle ansiklopedi falan değil yani. Yönetmelikte "lütfen dövüşmeyiniz" yazmıyor. Keşke yazsa. Ama yapılması gerekenlerin ve asla yapılamayacakların tamamı yazılı; "kimsenin sözünü kesmeyin" uyarısına kadar.
Hayatları kongrelerde geçiyor ya, kuralları, düzeni biliyorlardır değil mi? "Tabii biliyorlardır" diyenlerin umudundan herkese nasip et, kuru dala can veren Allah'ım. Hayır bilmiyorlar! AK Partili üyelerin yaklaşık yüzde 75'i, CHP'li üyelerin ise neredeyse yüzde 70'i "kongre yönetmeliğinin tamamını hiçokumadıklarını" söylemişler. "Parti içi demokrasi zaten yok, okumaya da gerek yok" diye düşünüyor olabilirler ama düzeni değiştiremeyeceğini biliyorsan, o zaman neden milletin kafasına sandalye fırlatasın?
Bitmedi, beterin beteri var. Aynı delegelere "Peki kitap okuyor musunuz?" diye de sormuşlar. Biliyorsunuz ki biz belgesel seyreder, haftada en az bir kitap bitiririz. En azından anketlerde hep böyle söyleriz. Delegeler de böyle demiş sanıyorsanız yine yanılıyorsunuz. Çünkü absürt ölçüde dürüst davranmışlar bu soruda da! AK Parti üyelerinin yüzde 60'ı "hiç ya da nadiren" derken, CHP'de "hiç kitap okumadığını" (ya da ara sıra elinin değdiğini) söyleyen üyelerin oranı tam yüzde 44!
Demek gerçekten Seda Sayan'ın da dediği gibi "O kadar da entel değiliz anam."
Cemil Meriç'in çok güzel bir sözü var: Kitap, zekâyı kibarlaştırır. Niye? Çünkü kelime öğrendikçe kavgaya, argoya, küfre gerek kalmıyor. Hatta o kelimeler size bir yardım ediyor, öyle ağır konuşuyorsunuz ki, tarihe geçiyorsunuz. Mesela 6 Mayıs 1972'de CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ile Genel Sekreter Bülent Ecevit görüş ayrılığı yaşıyor ve güvenoyu için kurultayı topluyorlar. Ortam, sinirler çok gergin. Ama kimse oturduğu yerden bile kalkmıyor. "Kurultayın toplanmasına neden olan anlaşmazlık hem benim hem Bülent'in birlikte görev almasıyla çözülemez." deyip gülle gibi bir atış yapıyor İnönü! Aslında "Ya ben ya Bülent" diyor! Tabii ki asla böyle demiyor. Güvenoyunu alan Ecevit olunca da tam 33 yıldır oturduğu koltuktan anında kalkıyor, istifasını veriyor.
"Bu CHP Genel Başkanı'nı senin ağababaların bile kaçırtamadı. Maganda ağzını bırak. Sen kim oluyorsun! Otur yerine. Senin gırtlağın yetmez!" İnönü ya da Ecevit'in kürsüden birbirlerine magandaydı, gırtlaktı falan diye bağırabileceğine ihtimal vermezsiniz sanırım. Bu kez kürsüde CHP Genel Başkanı Deniz Baykal var zaten, tam 33 yıl sonra, 29 Ocak 2005'te rakibi Mustafa Sarıgül'e böyle haykırıyor kürsüden. Tabii ki sandalyeler havaya... Bu arada sandalyeler ile ilgili bir sorunumuz olabilir. Bunun psikolojik temeline de bir bakmamız lazım! Neyse salon yuh sesleriyle inliyor, bağırışlar, küfürler, birbirinin üzerine uçan insanlar… Sonunda polis kurultay salonuna giriyor…
"Arkadaşlar lütfen sakin olun. Yerinize oturun. Lütfen herkes yakınındaki kriminal tipleri durdursun."
Bu sözler ise geçen haftadan, Türkiye'nin çeşitli illerindeki CHP il kongrelerinden, divan başkanlarının anonsları. Bir ilde bir grup bağırış çağırış barikatları kırıp geçti, bir anda ortalık karıştı, dövüştüler. Başka bir şehirde bir grup, il yönetiminin üzerine yürüdü, kavga çıktı, dövüştüler. Bir üye, bir üyeyi yumrukladı, dövüştüler. Bir ilde bir delege, diğerini öyle bir itti ki, adamcağızın arkasında duran üyeler de nasibini aldı, topluca yere serildiler. Sandalyelerin üzerinden uçan yaşlı başlı delegeler, turnikelerden atlayan gençler, fenalaşanlar, "Hayydee bakalım giriyoruz" diye bağırıp salon basanları gördük.
Hepimizin gözü önünde birbirlerini dövdüler.
Delegeler; niye birbirinizi dövüyorsunuz? Niye birbirinizin kafasına sandalye atıyorsunuz? Ayıp değil mi? Oysa dün sokağa kol kola çıkmış, esnafı oy versin diye ikna etmeye çalışmıştınız. Düne kadar aynı sokaklarda seçim çalışması yapmıştınız. Düne kadar "Anca beraber kanca beraber" dediniz gözümüzün içine baka baka. Kılıçdaroğlu, mitinglerde Erdoğan'ın yuhalanmasına izin vermedi. Bir komedyen, İmamoğlu'nu Şirin Baba'ya benzetip taklidini yaptı geçenlerde mesela, "Gargamel bizi sevmiyor olabilir, ama biz onu seviyoruz biliyor musunuz?" diyeceğini hayal etti. Çünkü böyle bir seçim ortamından çıktık.
İçiniz şişti mi? Hepimizin şişti. Türkiye'de uzun yıllardır giderek bozulan bir dil var. Yukarıdan aşağıya, sağdan sola dilimizi eşek arısı soksun, kavga ede ede domino taşları gibi birbirimizi yıkıyoruz. Ama bunlar CHP'de olunca, olmuyor. Suç CHP seçmeninde de olabilir. Partinin tabanıyla ilgili sorun olduğu söyleniyor çünkü, taban ideolojik bir yenilenmeye müsaade etmiyormuş. Gerçekten elinizi vicdanınıza koyup sorun: Seçmeniniz size yumruklaşın mı diyor? Kılıçdaroğlu "Buna bir önlem alacağız, tekrarı olmayacak" dedi. Önlem olarak salonlara delegelerin çocuklarının dev fotoğraflarının asılmasını öneriyorum. Çocuklarının gözlerinin içine bakarak dövüşsünler de görelim…
Türkiye'de herkesin CHP ile ilgili bir keskin fikri var. Her tartışma en ince ayrıntısına kadar ayan beyan gözlerimizin önünde yaşanıyor. Bu çok ama çok iyi bir şey. Asla kaotik bir durum değil, herkesin siyasetten uzaklaştırıldığı, sorgulamalara izin verilmediği, soru sormanın bile suç sayılabileceği bir iklimde, iktidarın değişmesini isteyen bir kitleyi harekete geçirmek, siyasette kalmasını sağlamak çok önemli. Zaten kaybedilmesi çok zor bir seçimi kaybettiler ama Cumhuriyet Halk Partisi'nin tarihi rolü, toplumdaki mevcut kutuplaşmanın içindeki yeri çok kritik, tartışılmasını gerektiriyor, en çok da şimdi. Ama nereden bakarsanız bakın CHP parti içi çatışmaların merkezi durumda. Birbirinden nefret eden partililer var, şahsen tanıyorum. O yüzden bir liderin değişimi, partinin dönüşümü için yeterli değil. Birbirinin kuyusunu kazmaya çalışan partililer, aşılması imkansız bir engel olarak orada kalmaya devam mı edecek? O yüzden partinin yapısında, örgütlerinde çok köklü değişiklikler yapılamadan, değişim mümkün değil. Hadi oldu diyelim, artık oturmuş bir stilleri de var. Düzelt düzeltebilirsen!
Seçmen ise, CHP'nin içindeki çatışmalara güceniyor, yaralanıyor, güveni kırılıyor. Mesela Akşener "İmamoğlu veya Yavaş aday olsun" diye masadan kalkınca, ben bir il yöneticisinden kulaklarımla şunu duydum: "Böyle bir şey olursa, önce ben sandığa gitmem." Elbette demokrasi ifade özgürlüğü gerektirir, demokrat insanlar da bağımsız karar verme güçlerine güvenir. Oyuna da kimse karışamaz. Ama bir düşmanlığın içinde olacaksa kime ne faydası var? Vallahi kusura bakmasın bunu yazdığım için, ya da baksınlar bir zahmet kusurlarına artık, bana ne.
Parti örgütünü kontrolü altında tutan güçler -çoğunlukla da il yönetimleri ve delegeler- siyasetçi gibi değil, bir futbol taraftarı gibi davranıyor. Futbol, yapısı itibariyle, en büyük buluşma, dayanışma alanı ama en büyük kavga, çatışma sahası da... Siyasete bu yüzden çok benziyor. Futbolun ne için oynandığını unutuyorlar bir süre sonra, fanatizm gözlerini kör ediyor, kulübün sahibi sanıyorlar kendilerini, beğenmedikleri her karar hatalı, beğenmedikleri her futbolcu gönderilmeli, beğenmedikleri her antrenörün hesabı hemen kesilmeli. Sen kimsin yahu? Alt tarafı bir seyircisin. Bunu bir fanatiğe söylerseniz ve yanı başınızda boş sandalye varsa bir elinizle sağlama almanızı tavsiye ederim. Uçar da gelir. Konya'da yaşayan bir vatandaş geçen gün TBMM Dilekçe Komisyonuna "Fenerbahçe'nin sahaya diziliş taktiğinin değiştirilmesi" için resmi talepte bulundu. Böyle bir ortamda delegeye "siz bir durun, zaten ortalık karışık" demenin hiçbir manası yok. Zaten bu ara tüm sandalyeler havada.
Elbette sosyal demokrasi, içinde bulunduğu koşullara göre farklı biçimlere girebilir ve farklı öncelikler söz konusu olabilir. Bir kere sosyal demokrasi reformisttir. Ama reform derken "Ya ben ya Bülent"i demeyi bile dünyanın en nazik söylemi haline getirebilmiş İnönü ve kurultay ortamından bu hale nasıl geldik diye de soralım… Kolaya kaçıp hemen CHP'nin dışına da çıkmayalım, çünkü nasıl bir dönemde, nasıl bir toplumsal yapı içinde olursa olsun, sosyal demokrat olma iddiasındaki bir siyasi partinin kayıtlı her üyesinden medeniyet, nezaket ve olgunluk beklemek farzdır. Maalesef yanıt hızla toplum kültürümüze çıkıyor. Biz kavgayı "eğlencelik" bir mesele haline getirdik. Giderek sığlaştık, seyirlik gerilim siyasetinden beslenmeye başladık. Akıma uyduk. Üstelik son derece de normal bulunuyor: Kongreler hep böyle, ne yapalım, bu da biziz işte diyorlar. Hayır, bu biz değiliz.
Türkiye'de hayatın kendisi; kavgayı, küfrü, argoyu, avamlığı, seviyesizliği bir aktivite haline dönüştürdü.
Nuri Bilge Ceylan'ın Kış Uykusu filmindeki bir sahnede Nihal şöyle der: "Seninle cebelleşeceğim diye bütün güzel huylarım değişti." Bkz: Yeni Türkiye ve hepimiz.
Tam şu anda üzerinde durulması gereken, tüm olumsuz gelişmelere rağmen muhalif seçmenin derinliklerinde hâlâ büyük bir umut olması... Yine sandığa gidip, oy vermeye gönüllü oldukları partinin bir uyanış yaratmasını bekliyorlar, bu çok açık değil mi? Ama CHP'nin ilkeleri değil, kadroları kaybediyor seçimleri. "Burada şu delege kazandı oh iyi oldu, orada şu ilçe başkanı kaybetti ohh beter olsun?" diye binlerce satırlık yazışmalar var sosyal medyada, WhatsApp gruplarında. Meseleniz bu mu gerçekten şu anda? Olacak şey değil.
Nazım Hikmet'in dediği gibi, o gider bu gider şu gider, dostluk sen her zaman yanı başımızda kalırsın. Bir daha söylemekte fayda var: Dövüşmeyin, siz kardeşsiniz.
Şükran Pakkan kimdir? Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır. Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülünün de sahibidir. Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır. Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir. |
İnsanları onurlu kılan; ispiyoncu olması değil, özgürlüğe, hakka ve adalete inanmasıdır. Herkesin kulağı başkasının ağzındaysa, kimsenin sesi duyulmaz. Paranoya, toplumun doğal dili olur. Ayrıca tanık olmak ile hafiye olmak arasındaki kalın sınır, çok ahlaki bir aralık değil midir?
Toplu travma yaşanıyor, kimse kimseye “iyi misin?” demiyor. İmkanımız olmadığı için de terapi yerine içimize içimize konuşup kendi beynimizi yiyoruz. Bu arada en iyi beyin, zeytinyağı ve limonla İzmir’de yenir. Gülmeyin, bu ara üst düzey anormaliz. Ayrıca kendini normal sananlara şunu söylemek isterim: Dışarıdan nasıl göründüğünüzü bir bilseniz, ah bir bilseniz...
Bugün biz “yetişkinlerin” en çok bocaladığı sahne, gözaltına alınan gençlerin neden gülüyor olduğu. Bu soruya verecek mantıklı bir yanıtımız olmayabilir. Olmasın da zaten. Çünkü tek bir fotoğraf karesi, sistemin yazamadığı en uzun cümlenin yerine geçti: Neşe özgürlüktür.
© Tüm hakları saklıdır.