05 Ocak 2020

Simit deyip geçmeyin, simit Türkiyedir!

Simit Sarayı olayı, termik santrallerin bacalarına filtre takılması meselesinde olduğu gibi bir gündem yarattı ülkede. Sonuçta birileri çoğalarak, katlanarak dile geldi ve "Oldu da bitti maşallah" hokus-pokusuyla bizi hep uykuda tutan zamanın ruhuna bir sille atıp 'simidin devletleştirilmesi'nin önüne geçilmiş oldu

Geçtiğimiz ay ülke gündemini agresif bir biçimde meşgul eden Simit Sarayı mevzuu birkaç bakımdan üzerinde durulabilecek bir hadiseydi. Aslında bugünün Türkiye’sinde medya boğucu bir biçimde tek sesli olduğu için gündeme sızmak neredeyse imkânsız gibi görünebilir, o nedenle bünyesinde yoğun itiraz veya eleştiri taşıyan konuların kamuoyu oluşturabilmesi için tabandan gelen güçlü bir itkiye ihtiyaç duyduğu anlaşılıyor. Bu itkinin kaynadığı yerse genellikle sosyal medya oluyor.

Her ne kadar sosyal medya dört başı mamur bir ifade özgürlüğü alanıdır, diyebilmek çok güç olsa da bireysel hesaplar boyunca toplumun derinliklerine doğru katman katman genişleyen bu kozmopolit evrenin, kaygıların, beklentilerin ve itirazların dile gelebildiği tek mecra olarak gündemi belirlemede özgül bir ağırlık merkezi oluşturduğu sanırım yadsınamaz. Toplum çeşitli tabakalardan, sınıflardan veya ideolojik bünyelerden müteşekkil bir yapı olduğu için sosyal medyadan yansıyan gündemlerin çoğu zaman dağınık veya çatışmacı bir görünüme büründüğünü söylemek elbette yanlış olmaz, fakat bazen de öyle oluyor ki bu atomize evren belli bir fikriyatta birleşiyor, olup bitenlere dair anlamlandırma süreçleri bir yatakta toplanıyor ve gürül gürül çağlayan güçlü bir itiraz nehri yaratıyor. Bunu derken, elbette üst yapı kurumlarının türlü çeşitli manipülasyonlarıyla, özellikle de hamasetin gücü devreye sokularak şekillenen uzlaşı alanlarını değil, toplumun kendisinin, her kesimden aktörüyle bizzat manipülatöre dönüştüğü spesifik anları, durumları veya süreçleri kastediyorum.

İşte Simit Sarayı olayı da böyle bir gündem yarattı ülkede, tıpkı ona paralel olarak termik santrallerin bacalarına filtre takılması meselesinde olduğu gibi. Sonuçta birileri çoğalarak, katlanarak dile geldi ve "oldu da bitti maşallah" hokus pokusuyla bizi hep uykuda tutan zamanın ruhuna bir sille atıp 'simidin devletleştirilmesi'nin önüne geçilmiş oldu!

İş simide gelince millet "ateşlendi"!

Kabul edelim ki, son yıllarda hızla büyüyen bir çevre hassasiyeti oluştu Türkiye’de ve tabii buna bağlı olarak güçlenen bir çevre hareketi bulunuyor. Tıpkı Kaz Dağları’nda olduğu gibi, Kanal İstanbul meselesinde de toplumun algıları alabildiğine hassas ve açık. Peki ama bu simit hassasiyeti neyin nesiydi diye sormadan edemiyor insan, öyle ya geçtiğimiz birkaç yıl içinde, inşaat şirketleri başta olmak üzere birçok sermaye grubunun borçları yapılandırıldı, kamu bankaları toplumun cebindeki parayla krediler dağıttı, iflasları engelledi. Kimse sesini çıkarmadı demek haksızlık olur ama tepkiler genellikle saman alevi gibi şöyle bir parlayıp sönüvermişti. Fakat iş simide gelince millet ateşi canlı tuttu ve her kesimden insan bir biçimde olaya müdahil olup geri adım atılıncaya değin gündemi terk etmemeyi başardı.

Birçok sosyo-politik ve ekonomik değişkene de bağlı olmakla birlikte, ben bu hassasiyeti öncelikle kültürün büyüsüyle açıklamak istiyorum; çünkü simit birçok bakımdan çeşitlilik arz eden bir toplumun içinde birleştirici olarak nadiren zuhur edebilen, konsensüs oluşturma potansiyeline sahip, toplu halde kucaklayabildiğimiz kültürel değerlerden biridir. Bu toplumda simide dokunmamış tek bir el dahi bulamazsınız. Simit herkesi ilgilendirir, toplum hayatımızın derinliklerine kök salmış kültürel bir hadisedir o, gündelik yaşamımızın köşe taşlarındandır. Simit çocukluğumuzdur, benim çocukluğumdu, evladımın da çocukluğudur, kültürel damak tadımız olarak nesilleri kat ede ede gelir, toplumun -ayrım gözetmeksizin bütün kesimleriyle sarıldığı her şey gibi direnç ve bağışıklık kazanır.

Siyasette simidin hep mutena bir yeri oldu

Simit konusu açıldığında kamusal söylem yanlış bir biçimde hemen onu yoksullukla özdeşleştirme eğiliminde olduğu için simidin gücünü idrak etmekte çoğu zaman zorlanırız, bu da toplumsal eşitsizliklerin doğasını anlamakta bize ayak bağı olur. Dikkat edin, popülist siyasetçilerin söylem kompartımanlarında simidin her daim mutena bir yeri vardır. Geçtiğimiz yıllarda sık aralıklarla içinden geçmek zorunda kaldığımız seçim tünellerinde yankılanan vaatlerde olsun, çalışanların zam talepleri müzakere edilirken olsun simitli örneklere bol bol rastlamadık mı? Kahvehanelerde ücretsiz simit verileceği sözü son genel seçimlerin en çok tartışılan vaatleri arasındaydı. Dahası, birçok kereler duyduk, çalışanları memnun etmeyen ücret zamları da genellikle simit – çay üzerinden yapılan hesaplarla meşrulaştırılmaya çalışıldı. Bugün bir asgari ücretli eline geçen parayla üç öğün simit yiyebildiğine göre ortada bir sorun kalmıyordu!

Simit etrafında kurgulanan bu söylem ilk bakışta akıl almaz gibi görünse de özünde siyaset erbabının hünerli parmaklarının toplumsal kültürün tatlı tınılarını yansıtan tellerde nasıl gezindiğini anlatıyor. İşin doğrusu, toplum bu söylemi açlığa mahkûm edilmek olarak değil de hayatının sıcak gerçekliğine şefkatli bir dokunuş şeklinde okumayı tercih ediyor sanki.

Simidin, her ne şekilde olursa olsun, söylenen sözün nereye gittiğinden bağımsız olarak otoritenin uzak dünyasında dile gelmesi kültürün okşanmasıdır. Bitmeyen toplumsal eşitsizliklerin kısır döngüsünde bir hayat mücadelesi vardır ki gider gelir 'günü kurtarmak' kavramında düğümlenir. İşte o uzun, bitmeyen günün nasıl kurtarılacağının hesabını yaparken, bunu her gün yapa yapa yoklukta ustalaşmış, kent yoksulluğunun yaşam tarzının kitabını yazmış insanların kültürel kodlarına başvurduğunuzda, bu zorlu yaşam mücadelesine bir saygı duruşunda bulunmuş gibi olursunuz.

"Paramla kaç simit alırım" siyaseti

Öte yandan, ne denli çelişkili gibi görünürse görünsün, simitle yaşamayı kaçınılmaz bir seçenek olarak toplumun önüne sürenlere itiraz ederken de tongaya düştüğümüz olur. Dünyada ana akım sol çok uzun bir süreden beridir eşitsizliklerin doğasını sınıf çelişkisinden ziyade bölüşüm meselesiyle açıklama yoluna girdiği için kapitalizme bir türlü doğrudan ve güçlü bir biçimde saldıramıyor. Doğası gereği sömürü gerçeğine yaslanan ve eşitlikçi olmasını bekleyemeyeceğimiz kapitalist yeniden dağıtımdan daha çok pay almaya odaklanan bir mücadele pratiği çalışan kesimleri tüketim sınıfları olarak sürekli parçalayıp birbirinden ayırmaktan başka bir işe yaramaz. Böyle olunca da yoksul kesimleri bölüşüm üzerinden mücadeleye çağıran her türlü siyaset farkında olmadan, "paramla kaç simit alırım" sorusunu makul kılar.

Siyasetin hileleri de bitmez yanılgıları da ama özellikle hilelerin yanılgıya dönüştüğü anlar vardır ki, toplumsalın kavşaklarına, tarihin kırılımlarına dair bize çok önemli şeyler söyler. Kültür otoritenin göz diktiği büyülü bir alandır, o yüzden de toplumun özen gösterdiği, genlerinde taşıdığı değerlere dokunurken dikkatli olmak gerekir. Gücünüzü tahkim edeceğiniz kılıcı kültürün kınından çekecekseniz, iki ucunun da keskin olduğunu görmezden gelemezsiniz.

Devletin aygıtları kültürü biçimlendirme anlamında ne kadar mahir olursa olsun, son kertede kültürün taşıyıcısı ve uygulayıcısı toplumdur; kültürü kolay kolay kamulaştıramazsınız. Bana kalırsa simit meselesi böyle bir yanılgının ürünüdür; toplum yoksul yaşantısının simitle sınanmasına izin verse dahi, onu kolay kolay teslim etmez.

Yazarın Diğer Yazıları

'Aslında hiçbir yere gitmiyoruz': Acı Vatan-Almanya notları

"İnsanlar artık çekmecelerini düşünmüyorlar, ben şuyum, ben buyum, benim kültürüm, benim etniğim diye bir şey yok. Tehdit dağ gibi, yekpare bir kütle olarak karşımızda duruyorsa, biz de bütün olmak zorundayız"

Kadıköy: Hülyalı-hüzünlü bir şehir efsanesi

Kadıköy, kimliğini oluşturan sembolik özün parlatılarak bir marka değerine dönüştürülüp sonra da insafsızca pazara sürüldüğü bir evreyi yaşıyor. Bunun en önemli sebebinin, mahallenin yaşam tarzına tüketim ve eğlence kültürünü insafsızca dayatan servis sektörü yığışması olduğunu söyleyebiliriz

Öte dünya korkusu

Geçenlerde sosyal medyada karşıma çıkan bir görüntü, 'korkunun veya korkutmanın ideolojik biçimleri' üzerine düşünmek gerektiğini hatırlattı bana. Tıpkı bir musalla taşı gibi tahtanın önüne yerleştirilmiş okul sırasının üstünde kefene sarılmış bir öğrenci yatıyordu