11 Nisan 2023
Türkiye Cumhuriyet tarihinin belki de en önemli seçimine gidiyor. Bir yanda Türkiye'yi 20 yıldır yöneten bir lider ve partisi var. Bu iktidarın Türkiye'yi getirdiği nokta ortada: Demokrasiye son verildi, hukuk devleti rafa kaldırıldı, temel hak ve özgürlükler pervasızca çiğnendi, yanlış ekonomik politikalar kitlesel bir yoksullaşmaya, giderek büyüyen gelir adaletsizliğine yol açtı. Yolsuzluk iddiaları diz boyu. Son noktayı 6 Şubat depremi koydu. İmar afları, hatalı yapılaşmaya göz yumma, denetimsizlik nedeniyle yüzbinlerce bina çöktü. Yönetimin kurtarma operasyonundaki gecikme ve beceriksizlikleri yüzünden resmi makamlara göre 50 bin kişi yaşamını yitirdi. Bütün bunlara neden olan iktidar ve her şeye karar veren tek adam, olanlar yetmezmiş gibi, şimdi dört yıl daha iktidarda kalmak istiyor. Ne için? Oysa iktidarın "biz beceremedik. Ülkeyi kötü bir duruma soktuk. Artık başkaları yönetsin" deyip kendiliğinden ayrılması beklenirdi. Ama böyle istifalar ancak demokrasilerde görülür.
Öbür yanda, birbirinden farklı görüşlere, farklı kimliklere sahip altı partiden oluşan bir ittifak ve onların Cumhurbaşkanı adayı var. Bu aşamada altı parti seçimi kazanmak için birbirine ihtiyaçları olduğunu biliyor. O nedenle partiler içinde kimi zaman dışa vuran homurdanmalar olsa da bunları bastırıp yola devam ediyorlar. Bu bir seçim ittifakı. Sorun, iktidara geldikten sonra, partiler arasındaki farklılıklar, seçim ittifakının demokrasi ittifakına dönüşmesine izin verecek mi? Her şeyin başında Millet İttifakı'nın ortak bir Türkiye projesi var mı?
Altı partinin hazırladığı ortak metinlerde, "güçlendirilmiş parlamenter" sisteminden söz ediliyor. TV programlarında, meydanlardan halka yapılan konuşmalarda "Türkiye'nin yeniden inşası" görüşüne yer veriliyor. İkisi aynı şey değil. Millet İttifakı'nın iktidarında mevcudun onarımı ile eskiye dönüş mü, yoksa yeninin inşası mı hedefleniyor? 30 Mayıs 2022 tarihli "Temel İlkeler ve Hedefler" belgesine baktığımızda, birinci ilke olarak kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı güçlendirilmiş parlamenter sistemi görüyoruz. Bu belgeyi diğer Millet İttifakı belgeleriyle birlikte okuyunca hedefin daha çok bir "restorasyon", bir onarım ve eskiye dönüş olduğu ortaya çıkıyor.
Oysa, Türkiye'nin içinde bulunduğu bütün kurumların enkaz altında kaldığı koşullarda radikal bir değişime, yeni bir Türkiye'nin kurulmasına gereksinim var. Toplumdaki talep de bu yönde. İnsanlar, özellikle bu dönemin en büyük acılarını çeken ezilenler, emekçiler, kadınlar, işsizler, yoksullar, bu dönemin sona ermesini ve kendilerinin de söz sahibi olduğu yeni bir Türkiye'nin kurulmasını istiyorlar. Ayrıca mevcut düzene yeni bir seçenek arayan büyük bir genç kitle var.
Muhalefet, halkın önüne böyle mevcut düzene köklü bir değişiklik getiren yeni bir Türkiye projesiyle çıkarsa yığınları ikna edebilir. "Önce iktidara gelelim, ondan sonra düşünürüz" gibi bir yaklaşım çok yanlış olur. İktidara gelince nasıl bir Türkiye düşünün gerçekleştirileceğini şimdi ortaya koymak gerekir. O nedenle seçim kampanyası sırasında bölük pörçük vaatler yerine tutarlı, bütüncül bir projeyi anlatmak, süreçten söz etmek, vaadleri bu projenin çerçevesinde dile getirmek daha etkili olur.
İktidara gelmenin anlamı, sadece mevcut iktidarın kurumlarını devralmak, onları daha iyi kişilerle daha etkili biçimde işletmek olmamalı. Amaç, mevcut kurumları değiştirmek yanında yeni kurumlar, yeni güç merkezleri kurmak, devleti ve toplumu yeniden tanımlamak olmalı. Yeninin inşası için mevcut kurumların reformu yanında, halkın öznesi olduğu, mevcut hiyerarşileri kaldıran, devlet örgütünün dışında yeni kurumların kurulmasına gereksinim var. Aşağıdan yukarı yeni bir demokrasi ancak halkın katıldığı ve doğrudan karar verdiği yeni kurumların aracılığı ile inşa edilebilir.
Bunun için egemenlik ve temsil kavramlarını yeniden düşünmemiz gerekir. TBMM başkanlık kürsüsünün arkasında "Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir" yazar. Anayasa'nın 6. Maddesi de böyle der. Bunun devamı ise Anayasa 6. maddenin ikinci fıkrasındadır. İkinci fıkra, "Türk Milleti egemenliğini … yetkili organları eliyle kullanır." der. Burada biraz duralım. Millet ya da halk egemenliği ile devlet egemenliği aynı şey değil. Halk egemenliği halkın karar mekanizmalarına katılmasını, kendisiyle ilgili kararları kendisinin almasını öngörür. Halkın kendisiyle ilgili kararları alması için temsilcilere ya da anayasanın deyimiyle "yetkili organlara" ihtiyacı yoktur. Seçimlerle halk temsilcilerini seçer ama egemenliğin kullanılması, oy vermekle sınırlı değil. Seçimler egemenliği temsilcilere tümüyle aktarmaz. Halk kendisiyle ilgili kararları alma, karar mekanizmalarına katılma, seçtiği iktidarı eleştirme, protesto etme, hatta direnme hakkını saklı tutar. Halk egemenliğin bütünüyle kullanılmasını seçtiği temsilcilere ya da yetkili organlara devretmiş olsaydı bunların hiçbirini yapamazdı. Halkın sahip olduğu bu haklar devredilemez haklardır. Halk egemenliği, demokratik rejimlerde iktidara meşruluk kazandırdığı gibi, demokrasinin kurallarına uymayıp meşruluğunu yitiren bir iktidara karşı desteğini çekme hakkını da saklı tutar.
Ayrıca, temsili demokrasilerde, halkın iradesinin seçtiği temsilciler aracılığıyla parlamentoya yansıdığı da doğru değildir. Temsilciler seçildikten sonra halktan koparlar, halktan bağımsız hareket ederler. Yönetenlerle yönetilenler arasında her zaman bir mesafe vardır. Bu nedenle halkın sesi, ezilenlerin, yoksulların, azınlıkların sesi parlamentoda pek duyulmaz.
Küreselleşme ve sosyal medyanın siyasette artan etkisi, ulus devletlerin egemenlikleri üzerinde güçlü bir baskı yarattı. Devletlerin egemenlik gücünde meydana gelen zayıflama, halk egemenliğini güçlendirici bir sonuç doğurdu. Günümüzde demokratik, özgürlükçü bir yönetim modeli giderek artan bir biçimde katılımcı ve müzakereci demokrasi temeline oturtulmakta. Bu temelin sağlamlığı sivil toplumun örgütlenmesine olanak tanıyan, siyasetin alanını genişleten, halkın ve sivil toplum örgütlerinin kamusal alanda siyasetin özneleri olmasına olanak veren yeni bir siyaset yapım tarzının oluşmasına bağlı.
Mevcut otoriter iktidar ise bunun tam tersini yapmaya çalışıyor. Siyasetin alanını daraltarak, kamusal alanda sivil toplum örgütlerinin siyaset yapmasını engelleyip muhalif sesleri bastırarak, siyaseti siyasetsizleştirmeye çalışıyor.
Bugünün muhalefeti, bir ay sonrasının iktidarı, halkın karşısına yeni bir egemenlik tasarımını içeren, iktidarını kullanılmasını yeni yöntemlere dayandıran, siyasetin parametrelerini köklü bir biçimde değiştiren katılımcı, müzakereci, çoğulcu bir demokrasiyle ve bunu somut olarak nasıl gerçekleşeceğini gösteren bir projeyle halkın önüne çıkmalı. Bu yapılamadığı sürece seçimin, bundan önceki seçimlerde olduğu gibi, Erdoğan'la ilgili bir referanduma dönüşmesi kaçınılmaz.
Yeni bir Türkiye yolunda atılan adımlar yok değil. 15-21 Mart 2023 tarihleri arasında İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından çok başarılı bir organizasyonla gerçekleştirilen İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi'nin büyük başlığı "Geleceğin İnşası". Kongre'nin sonuç bildirgesinde şu paragraf yer alıyor: "Yerel yönetimlerin bütçeleri ve yetkileri arttırılacak, merkezle ilişkileri yeniden tanımlanacak, salt temsili demokrasi yerine, hayatın her alanını kapsayan yerel yönetimler demokrasisi Belediyeler eliyle güçlendirilecektir. Halkın yerelde kendi yaşamıyla ilgili kararlar alması sağlanacaktır."
Sonuç bildirgesindeki bu görüş geleceğin Türkiyesi'nin inşasında katılımcı demokrasinin oynayacağı rolün altını çizmesi bakımından çok önemli.
Öte yandan Yeşil Sol Parti'nin seçim bildirgesinde de aynı yaklaşımın benimsendiğini görüyoruz. Bildirgede şöyle deniliyor: "Parlamenter demokrasinin katılımcı demokrasiyle tamamlanması için halkın karar mekanizmalarına katılımını sağlayacak düzenlemeleri yaşama geçireceğiz.
Kuvvetler ayrılığının yerele doğru genişlediği, yerel yönetimlere yetki ve kaynak devrinin güvence altına alındığı, yerel yönetimler üzerinde merkezi vesayete son verildiği, yerel katılım mekanizmalarının işlediği güçlü bir yerel demokrasiyi inşa etmek için geliyoruz."
Yeşil Sol Parti'nin seçim bildirgesinde kent hakkıyla ilgili de önemli bir söylem var. "Kent hakkı, kentlerde ezilenlerin itiraz çığlığıdır. Kenti değiştirme ve yeniden inşa etme hakkıdır. Kent hakkının anayasal bir hak olarak tanınması için birlikte değiştireceğiz."
Bu görüşler yeni bir Türkiye'nin, yeni bir demokrasinin habercisi. Gerek İzmir İktisat Kongresi'nde, gerek Yeşil Sol Parti'nin seçim bildirgesinde yeni bir Türkiye projesi var. Bu projenin bir toplumsal talebe dönüştürülmesi için çalışmaya, halkla karşılıklı öğrenmeye dayanan bir diyalog kurmaya ihtiyaç var. Her şeyden önce halkı olmasını istediğimiz gibi değil, olduğu gibi görmek gerekir. Devlet egemenliğine değil, halk egemenliğine dayanan bir Türkiye yaratılacaksa, dünyaya halkın bulunduğu yerden, halkın gözüyle bakabilmek önem taşıyor.
Türkiye içinde bulunduğu karanlıktan çıkmaya hazırlanıyor. Ancak karanlıktan çıkmak yeterli değil. Karanlık sonrasındaki aydınlığı şimdiden inşa etmek gerek. Daha özgür, daha eşit, daha adil, refah düzeyi daha yüksek, daha huzurlu, barış içinde bir Türkiye için bir umut, bir heyecan yaratılmasına ihtiyaç var. Bu ancak toplumu ve devleti yeniden yapılandıran, köklü bir değişimi içeren bir "Yeni Türkiye" projesinin halkın önüne konmasıyla gerçekleştirilebilir.
Rıza Türmen kimdir?Türkiye'nin önde gelen insan hakları hukukçularından ve diplomatlarından olan Rıza Türmen İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Kanada Montreal McGill Üniversitesi'nden hukuk yüksek lisansı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Siyasal Bilimler doktorası aldı. Avukatlık stajını yaptıktan sonra, 1966 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Dışişleri Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu. 1985'de Singapur'a ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı. 1993 Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda ve AGİT, İnsani Boyut Toplantıları'nda Türk Heyeti Başkanlığı'nı yaptı. 1994'te İsviçre'ye Büyükelçi olarak atandı. 1996'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi oldu. 1998 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi. 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü. 2008'de Türkiye'ye döndükten sonra 10 yıl Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazdı. 2011 seçimlerinde CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. TBMM Adalet Komisyonu ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda görev yaptı. 2009 yılında Türkiye Barolar Birliği Yılın Hukukçusu Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Üstün Hizmet Ödülü, 2010 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Cumhuriyet Ödülü Rıza Türmen'e verildi. İnsan Hakları ve hukuk konularında yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış çok sayıda makale ile kitap bölümleri kaleme aldı. "Güçsüzlerin Gücü-Türkiye'de İnsan Hakları" ve "Türkiye'de Demokrasi Arayışı" adlı iki kitabı yayımlandı. Halen demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarını sürdüren Rıza Türmen, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi'nin eş sözcülüğünü yapıyor. Sanata yakın ilgi duyan ve yaklaşık 40 yıldır çello (viyolonsel) çalan Rıza Türmen, T24'te 2013 yılından beri, ağırlıklı olarak temel haklar, insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, genel hukuk ve politika konularında yazılar yazıyor. |
Şurası gerçek ki PKK, Öcalan’ın çağrısına uyarak silahları bıraksa, sonra da kendisini feshetse bile Kürt sorunu var olmayı sürdürecek. Bu sorun Türkiye toplumu ve devleti için bir demokrasi sınavı olacak. Sorunun çözümünü AKP-MHP blokundan beklemek boşunadır
Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkına tek sınırlama, gösterinin barışçı olması. Barışçı bir gösteriyi polisin şiddetle dağıtması, hakkın özünü ortadan kaldırmakta
Türkiye’de ağır insan hakları ihlalleri meydana gelirken, yargı iktidarın sopası olarak kullanılırken bunları görüp rapor eden yabancı gazetecilerin sınır dışı edilmesi ya da bunları yurt dışında dile getiren muhalefet liderinin “Türkiye’yi dışarıya şikâyet etmekle” suçlanması, ancak hakikatin bilinmesini önlemek kaygısıyla açıklanabilir
© Tüm hakları saklıdır.