11 Mayıs 2023
Batı basını seçimlere olağanüstü bir ilgi gösteriyor. Bu ilginin nedeni, Batı'nın Türkiye ile ilgili niyetleri değil, Türkiye'deki rejim. Türkiye demokrasi ile yönetilseydi, böyle yoğun bir ilgi olmayacaktı. Türkiye'deki rejimin adı demokrasi değil. İster "sultanizm" deyin, ister "rekabetçi otoriterlik" deyin. Dünyadaki Macaristan'dan Hindistan'a dek uzanan başka popülist otoriter rejimlerle ortak özellikler taşıyan, tüm iktidarın tek bir kişide toplandığı, bunu sınırlayacak fren ve denge mekanizmalarının bulunmadığı otoriter bir rejim. Türkiye'de seçim yoluyla iktidarın değişmesi dünyanın başka yerlerindeki popülist rejimler bakımından emsal oluşturacak. Bu tür otoriter rejimlerin demokratik yollardan değiştirilebileceğini gösterecek. Demokrasi bakımından yeni bir umut doğacak. Buna karşılık seçimi Erdoğan kazanırsa, bu tür rejimlerde iktidar değişikliğinin ne denli güç olduğu ortaya çıkacak. Yabancı basının Türkiye'ye gösterdiği ilginin nedeni bu.
Oysa yandaş basına ve iktidar çevrelerine göre yabancı basının amacı bu değil. Her şey büyük bir komplonun parçası. İç düşmanlar dış düşmanlarla işbirliği halinde, AKP iktidarını devirmeye çalışıyorlar. Yedi düvele savaş açmış, bağımsızlık kahramanı, yiğitler yiğidi liderimizi devirdikten sonra emperyalist güçler, Türkiye'yi kontrol altına alacak. Muhalefet lideri de zaten bu güçlerin oyuncağı. İletişim Başkanlığı'nın görevi bağımsız ve kahraman bir dünya lideri imajı yaratmak ve halkı buna inandırmak.
Bu gerçeklerden uzak senaryo sadece seçim kazanmak için yaratılmış değil. Seçim ötesinde de bu masala inananlar var. Bu senaryo halkın sadece oyunu değil rızasını almak için icat edilmiş. Bu amaçla kullanılıyor.
Ancak senaryonun tehlikeli bir yanı var. Bütün popülist otoriter rejimlerde olduğu gibi, Erdoğan da seçimlerle işbaşına geldi. Meşruiyetini seçimden alıyor. Demokrasiyi de seçim sandığına indirgiyor. Ancak destek azalıp seçimi kaybetme olasılığı ortaya çıkınca, meşruiyetini seçim sandığı dışındaki etkenlere bağlıyor. Tarihin derinliklerinden gelen kahraman lider Türkiye'yi dış düşmanlara, teröristlere karşı koruyor. Lideri değiştirirseniz, Türkiye'nin güvenliği tehlikeye girer. Halka pompalanan bu senaryo çerçevesinde seçim eşitler arasında bir rekabet olmaktan çıkıyor. Bir güvenlik sorununa dönüşüyor. Bunun sonucunda Erzurum'da insanlar vatanseverlik, ülkenin güvenliğini koruma duygusuyla Ekrem İmamoğlu'nun otobüsünü taşlıyorlar ve vatana hizmet etmenin verdiği gönül rahatlığı içinde evlerine gidiyorlar. Seçim kampanyası sırasında giderek artan şiddet olaylarıyla AKP'nin güvenlikçi söylemi arasında doğrudan bağlantı var.
Sn. Erdoğan'ın önde gelen danışmanlarından biri "2023 seçimlerinde iktidar değişikliği Türkiye'nin tam bağımsızlığına darbe olur" diye bir tweet attı. Sanırsınız ki AKP iktidarından önce Türkiye bağımsız bir ülke değilken, AKP iktidarıyla bağımsızlığına kavuştu. Batılı ülkelerle işbirliği içinde olmak bağımsızlığa aykırı ama para bulabilmek amacıyla, Türkiye'de işlenen Kaşıkçı cinayetinin yargılaması sürerken dava dosyasını cinayeti işleyen Suudi Arabistan'a göndermek bağımsız bir davranış.
Sorun şuradan kaynaklanıyor: AKP seçimle işbaşına geldikten, özellikle Gezi direnişinden sonra giderek otoriterleşen bir rejim kurdu. Hukuk devleti kaldırıldı. Yargı iktidarın sopasına dönüştü. Basın kontrol altına alındı. Temel hak ve özgürlükler çiğnendi. Bütün kurumların içi boşaltılarak tek bir kişiye bağlandı. Devlet parti devletine dönüştü. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'yle bu otoriter rejim kurumsallaştı. Bu dönemde Türkiye evrensel değerlerle bağını kopardı. İktidar milliyetçilikle karışık dinsel bir değer sistemini bütün topluma kabul ettirmeye yöneldi. Buna karşı toplumdan itirazlar yükselince, yargı ve polis yoluyla muhalif sesleri bastırmaya çalıştı. Bu arada yanlış politikalar yüzünden büyük bir ekonomik kriz ortaya çıktı. İnsanlar kendi iradeleri dışındaki nedenlerle, durdukları yerde yoksullaştı. Zenginle yoksul arasındaki uçurum büyüdü. Demokrasi ve ekonomi itirazları birleşti.
Dışarıda ise Türkiye demokrasiden uzaklaştıkça Batı ile ilişkileri bozuldu. Demokratik devletler bloku içinde yalnızlaştı. Bunu gidermek için kendisi gibi demokrasiyle yönetilmeyen ülkelerle yakın ilişkiler kurdu.
Şimdi iktidar geçim sıkıntılarını, insanların çaresizliğini, umutsuzluğunu "eserleriyle" unutturmaya çalışıyor. "Köprüler, yollar, hastaneler, tüneller yaptım. Savunma sanayini geliştirdim. İHA'lar, tanklar, gemiler yaptım. Bunlarla övünün ve avunun" diyor. Neden önceliğin yoksullaşan halkın, işçinin, emekçinin geçim sıkıntılarını gidermeye değil de, silah yapmaya verildiği söylenmiyor. Ya da deprem bölgesinde neden binlerce insanın, aradan üç ay geçmesine karşın hâlâ çadırlarda yaşadıkları, su, tuvalet ihtiyaçlarının karşılanmadığı konuşulmuyor. Bu insanlara "sizin uçak geminiz, İHA'larınız, tanklarınız var." demek kadar anlamsız bir şey olabilir mi? Ya da suçsuz yere, hukuka aykırı bir şekilde yıllarca cezaevinde tutulan çok sayıda insana "size bir müjdem var, yeni yollar, köprüler, tüneller yapacağım. Uzaya insan göndereceğim." demenin saçmalığı ortada değil mi?
Otoriter liderler saraylar yaparlar. Yollar, tüneller, köprüler yaparlar. Savaş araçları imal ederler. Sonra halka dönüp "bakın, ben size hizmet ediyorum. Bunları alın ve yoksulluğunuzu unutun. Öyle demokrasi, özgürlük falan da istemeyin. Sizin için neyin doğru olduğuna ben karar veririm. Sesinizi çıkarmayın" derler. Tarihe bakın. Her otoriter lider halkına bunu der. Ama yapılan köprüler, yollar, rejimin otoriter niteliğini, halkın özgürlüklerini çiğnediği gerçeğini değiştirmez.
Türkiye'nin içinde bulunduğu koşullarda "hizmet" seçim kazanmak için yeter mi? İktidar bunun yetersiz olduğunu düşünüyor olmalı ki elindeki bütün devlet olanaklarını sonuna dek kullanıyor. Bir yandan sonsuz bir hizmet, eser üstüne eser propagandası, öbür yandan seçim ulufesi verir gibi hesapsız para saçma. Bunların üstüne tehditler, gözdağı vermeler, şiddet gösterileri, gerekirse daha büyük ölçüde şiddete başvurulabileceği imaları, zaten buna hazır ve nazır HÜDA-PAR'ın Cumhur İttifakı'ndaki varlığı. Sonra ikide bir "halkın iradesinden" söz etmeler.
Seçimde iktidar değişirse, bu koşullara karşın değişecek. Koşullar göz önünde tutulduğunda, iktidarın seçimle gitmesi halkın büyük bir demokratik başarısı olacak. Demokrasinin, özgürlüğün, baskıcı otoriter bir rejime karşı zaferi olarak görülecek. Seçim kapısı aralık tutulduğu sürece, popülist otoriter rejimleri değiştirmek olanağı bulunuyor. Kapının aralığı ne denli dar tutulursa tutulsun, demokrasinin daracık bir aralıktan bile süzülme olanağı var. Türkiye'deki seçimlerle bu gerçek bütün dünyada yankılanacak.
Yabancı medyanın Türkiye'deki seçimlere gösterdiği ilginin nedeni bu.
Rıza Türmen kimdir?Türkiye'nin önde gelen insan hakları hukukçularından ve diplomatlarından olan Rıza Türmen İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Kanada Montreal McGill Üniversitesi'nden hukuk yüksek lisansı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Siyasal Bilimler doktorası aldı. Avukatlık stajını yaptıktan sonra, 1966 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Dışişleri Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu. 1985'de Singapur'a ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı. 1993 Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda ve AGİT, İnsani Boyut Toplantıları'nda Türk Heyeti Başkanlığı'nı yaptı. 1994'te İsviçre'ye Büyükelçi olarak atandı. 1996'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi oldu. 1998 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi. 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü. 2008'de Türkiye'ye döndükten sonra 10 yıl Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazdı. 2011 seçimlerinde CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. TBMM Adalet Komisyonu ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda görev yaptı. 2009 yılında Türkiye Barolar Birliği Yılın Hukukçusu Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Üstün Hizmet Ödülü, 2010 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Cumhuriyet Ödülü Rıza Türmen'e verildi. İnsan Hakları ve hukuk konularında yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış çok sayıda makale ile kitap bölümleri kaleme aldı. "Güçsüzlerin Gücü-Türkiye'de İnsan Hakları" ve "Türkiye'de Demokrasi Arayışı" adlı iki kitabı yayımlandı. Halen demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarını sürdüren Rıza Türmen, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi'nin eş sözcülüğünü yapıyor. Sanata yakın ilgi duyan ve yaklaşık 40 yıldır çello (viyolonsel) çalan Rıza Türmen, T24'te 2013 yılından beri, ağırlıklı olarak temel haklar, insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, genel hukuk ve politika konularında yazılar yazıyor. |
Şurası gerçek ki PKK, Öcalan’ın çağrısına uyarak silahları bıraksa, sonra da kendisini feshetse bile Kürt sorunu var olmayı sürdürecek. Bu sorun Türkiye toplumu ve devleti için bir demokrasi sınavı olacak. Sorunun çözümünü AKP-MHP blokundan beklemek boşunadır
Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkına tek sınırlama, gösterinin barışçı olması. Barışçı bir gösteriyi polisin şiddetle dağıtması, hakkın özünü ortadan kaldırmakta
Türkiye’de ağır insan hakları ihlalleri meydana gelirken, yargı iktidarın sopası olarak kullanılırken bunları görüp rapor eden yabancı gazetecilerin sınır dışı edilmesi ya da bunları yurt dışında dile getiren muhalefet liderinin “Türkiye’yi dışarıya şikâyet etmekle” suçlanması, ancak hakikatin bilinmesini önlemek kaygısıyla açıklanabilir
© Tüm hakları saklıdır.