03 Ocak 2020

Başlıklar arasına gezinti

Varolan koşullarda, "Haydi, Avrupa Birliği’ne katılalım" diye ortalığa atılmanın 'gerçekçi' bir yanı olmadığının herkes farkında elbet; ama bu, "Şu koşullar değişse de biz de şu AB’ye girsek" diye düşünmediklerini göstermiyor

Sedat Ergin yazdığını dikkatli yazan, bizim bu memlekete çok tanışık olmadığımız türden bir yazardır. 2019’dan 2020ye geçtiğimiz şu günlerde yazdığı bir yazıda, Avrupa’yla aramızın en fazla açıldığı yıllardan birini yaşadığımızı söylüyordu. Avrupa’yla aramız, evet, epeydir açılmakta. Ama belli ki Tayyip Erdoğan kendi rekorlarını da geçerek bu yıl arayı iyiden iyiye açmayı başarmış.

Bu başarının tek başına Erdoğan’ın emeklerinin sonucu olduğunu söylemek doğru olmaz. Böyle bir noktaya varmamızda Avrupa’nın da payı, unutulmayacak bir payı var. En başta, kendilerini 'birliğin' temel direği olarak gören ve kritik aşamalarda geri kalan Avrupa için de karar vermekte sakınca görmeyen Almanya ile Fransa bir süre önce bu konudaki görüşlerini açıklamışlardı. O sıralarda Fransa adına karar veren Sarkozy idi. Ama Fransa’nın bu konudaki görüşünün fazla değişikliğe uğramış olması hiç muhtemel değil. "Türkiye Avrupalı değildir ve Avrupalı olamaz." Yargı buydu.

Bu yargıda, o gün, üçüncü büyük Britanya’nın payı yoktu. Ama bu arada Britanya da kendi Brexit sorununun sarsıntılarını yaşadı ve Brexit cephesinin kazanmasında Türkler’in, yani "Yakında Türkler de Avrupa’ya gelecek" yalan-propagandasının küçümsenmeyecek bir etkisi oldu. Tabii işin bu aşamasına gelindiğinde Türkiye de başka bir Türkiye olmuştu.

O zamandan beri belirli değişimlerden geçerek gelen Türkiye’nin 'performansı' bu kanıyı değiştirecek değil, pekiştirecek bir seyir izledi. İşin bu kısmında Tayyip Erdoğan da emeklerini esirgemedi. Aldığı somut tavırlar, savurduğu çeşitli hakaretlerle "Merkel-Sarkozy ikilisinin o gün benimsedikleri çizgi doğruymuş" dedirtecek bir nitelik sergiledi. O günlerde Türkiye bugün Türkiye’nin geldiği yerin çok uzağındaydı; yani çok daha olumlu bir yerdeydi: hem Avrupa ile ilişkilerinde, hem de ondan bağımsız, kendi 'hukuki-siyasi' yapılanmasında çok daha olumlu bir yedeydi. O bakımdan, o günlerde Merkel-Sarkozy tavrını olumlamayan Avrupalılar da bugün "Onlar haklıymış" diyor olabilirler.

Aynı fikirde değilim. Hele dünya tarihinin şu aşamasında, çok sayıda otoriter-popülist siyasetçinin  demokratik mekanizmalar içinden geçip diktatörlüğünü ilan ettiği bu günlerde, seçenler ve seçilenlerin özdeş olduğunu düşünmüyorum. Tabii seçilen kişi belirli bir toplum içinde varolan birtakım eğilimleri temsil ediyor ve onun iktidarı devam ederken bu eğilimler toplumda 'başat' gibi görünüyor. Hatta başka türlüsü yokmuş izlenimi de yaratabiliyor. Ama bu görünüş aldatıcı. Geçenlerde bir iş insanları kuruluşunun yaptırdığı bir anketin sonuçları medyaya yansımıştı. Buna göre, Avrupa Birliği’ne katılmaktan yana olanların oranı bugün de yüksek görünüyordu. 

Varolan koşullarda, "Haydi, Avrupa Birliği’ne katılalım" diye ortalığa atılmanın 'gerçekçi' bir yanı olmadığının herkes farkında elbet; ama bu, "Şu koşullar değişse de biz de şu AB’ye girsek" diye düşünmediklerini göstermiyor.  

Ama bu, Tayyip Erdoğan’ın düşündüğü değil. Erdoğan, herhalde AB üyeliği için içtenlikle çalışır gibi göründüğü günlerde de içinde derin bir 'Batı düşmanlığı' taşıyordu -Üç günde birikecek bir hacim değil bu. Ama belli etmiyordu. Şimdi ediyor, her fırsatta. 

Batı dünyasının eleştirilecek çok özelliği var. Bencilliğin bir erdem sayılır olduğu bugünlerde bu özellikler de çoğaldı. Ancak, bir kere dünyada bir tane 'Batı' yok. Erdoğan ve cephesi bu konuda azimle 'tek bir Batı' izi üstünden yol alıyor: o da bu bencil ve nobran Batı. Oysa hala Batı’yı Batı kadar sağlam bir biçimde eleştirebilen kimseler yok. Batı’da reddedecek ve eleştirilecek birçok şey olabilir, ama benimsenecek ve sahiplenilecek en az bir o kadar başka şey de var.

Bugünlerde medyada sık rastlanan bir başlık da Libya ile ilgili. Girdiğim konunun çok uzağında sayılmaz Libya; sayılmaz, çünkü Erdoğan Batı’dan uzaklaşmaya çabalarken doğal olarak İslam dünyasına yaklaşıyor. Gerçi buranın bir 'yeryüzü cenneti' olmadığının o da farkında -örneğin geçenlerde bazı eleştirilerde de bulundu, dayanışma yokluğunu kınadı. Ama buralarda salıverdiği eleştiri dozu ve üslubu çok daha yumuşak. İslam dünyasında olup bitenler Tayyip Erdoğan’ın eleştirilerinin çok ötesinde. Bunları Tayyip Erdoğan bilmiyor da onun için eleştirmiyor değil, bir kısmını muhtemelen onaylıyor da. Son analizde iş gelip demokrasi konusunda düğümleniyor: bu demokrasi anlayışıyla Tayyip Erdoğan’ın Batı dünyasında saygıdeğer bir yeri yok, olacağı da yok. Türkiye bir biçimde Batı’nın bir maddi ihtiyacını karşılamaya yarıyorsa, 'hoşgörürler'. Ama kendilerinin bir eşiti olarak görmezler. İslam dünyasında ise Erdoğan’ın böyle bir sorunu olmaz. Türkiye’de olduğu, olabildiği kadar demokratik birikimi yok etmek için harcadığı bunca emekten sonra hâlâ Türkiye o dünyanın en demokratik ülkelerinden biri. Orada ancak bu nedenle eleştirilebilir.

Dolayısıyla, elbette Libya’ya gideceğiz. Bir ayağı Libya’da, bir ayağı Suriye’de, 'kişilikli dış politika' uygulayan Türkiye!

Medyada başlıklar arasında gezinirken böylece Tayfun Atay’ın bugün anlattıklarına geliyoruz, Mehdi konusuna. Bekleniyor ya, nice zamandır. Zuhur etmesi yaklaşmış olabilir mi? 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Değişen dünya

Solun daldığı kış uykusundan uyanması, silkinmesi ve toparlanması gerekiyor, diye düşünüyorum. Bu işe girişirken cesur olmak çok önemli. “Geçiştirme” değil, gerçek bir özeleştiri gerekiyor

İsrail: Sonu nereye varacak?

Savaşa varmadan durulmasıyla daha iyi bir dünyaya adım atmış olur muyuz?

Değişim beklenir mi?

Birinci gelen parti AKP'nin ikinci parti olma sürecini izleyeceğiz, gözlemleyeceğiz. Kim ne diyecek, nasıl tavır alacak?