21 Haziran 2022

"Polis devleti" tam da buna deniliyor

Emniyet Teşkilatında kendisini AKP'nin bir görevlisi, neferi gibi gören kaç polis müdürü ve memuru var acaba?

Yirmi küsur yıllık AKP iktidarı boyunca en çok duyduğumuz palavra sanırım "sivilleşme" oldu.

Partinin yöneticilerine ve sözcülerine bakarsanız bu konuda mangalda kül kalmamış bulunuyor.

Bu konu her açıldığında hep aynı şeyi yazdım: Sivilleşmek, sadece askeri vesayeti doğuran nedenlerin ortaya kaldırılmasıyla gerçekleşecek bir şey değildir.

Nitekim, rejim üzerindeki asker gölgesi kalktı ama Türkiye hâlâ üniformalı ve silahlı bir gücün ağır vesayeti ve baskısı altında.

Vatandaşların temel hakları keyfi uygulamalarla sınırlandırılıyor, ortadan kaldırılabiliyor.

Polisimizin başı daha önce de hukuk ile, Anayasal hak ve özgürlüklerle hoş değildi ama AKP polisi, bir tek parti devletinin polisi gibi keyfi uygulamalar yapıyor, bunu yaptığı için de sırtı sıvazlanıyor.

Her vatandaşa eşit mesafede olması gerekirken AKP'nin paramiliter gücü gibi davranmakta tereddüt etmiyor.

Ve iktidarın, demokratik eleştiriden hoşlanmayan tavrıyla, İçişleri Bakanı'nın "hukuk arkadan gelsin" tavrı bir araya gelince, rejim bir polis devleti görüntüsü veriyor.

Her geçen gün daha da artan bir şekilde!

Rejimin polis devleti karakterini bir kez daha somut olarak ortaya koyan son olay, Somali kökenli bir TC vatandaşının lokantasının tabelasının beyaza boyanmasıyla başladı.

Polis tabelanın kaldırılmasını istedi, kaldırılmayınca da gidip beyaza boyadı.

Polisin bu isteğinin nedeni Afrika renklerinin, Kürtlerin ulusal renkleri olarak kabul ettikleri renklerle aynı olması: Sarı, kırmızı, yeşil!

Nedenini bilmiyorum, Afrika kıtasında bu üç rengin bir anlamı olmalı ki birçok ülkenin bayrağı bu renkleri taşıyor. Bayrakları bu renklerde olan 14 Afrika ülkesi saydım. Atladıklarım varsa daha fazla olmalı, daha az değil.

Polis, tabelanın kaldırılmasını istiyor, çünkü renkleri beğenmiyor.

Polisin böyle bir yetkisi var mı? Yok!

Uydurma bir "tabela yönetmeliğine uymuyor" gerekçesiyle bir vatandaşın Anayasal hakları yok sayılıyor.

Polis müdürü bir karar veriyor ve uygulamak için zor kullanıyor.

Hukukun değil keyfiliğin hâkim olduğu bir yönetim biçimi.

Polis devletini de böyle tarif ediyoruz zaten.

Bununla da kalmıyor, Kızılay'da "zenci" görmek istemediğini de söylüyor.

Ve Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, bu durumda vatandaşa yardım etmek isterken polisin hakaretine maruz kalıyor: "Ahlaksız, lan sus, senin gibi tiplere ne olacağı belli!"

Ve ülkenin Emniyet Müdürlüğü, bir milletvekiline bu sözleri söyleyebilen memurunu kulağından tuttuğu gibi kapının önüne koymak yerine sahip çıkıyor.

Milletvekilinin "Emniyet teşkilatına düşman" olduğunu söylüyor.

Eli silahlı memurlar, halkı temsil etmek üzere seçilmiş milletvekilini hem aşağılıyor, hakaret ediyor hem de üste çıkmaya çalışıyor, "düşman" ilan ediyor.

Çünkü Emniyet Müdürü denilen şahıs da vatandaşlara eşit mesafede durma derdinde değil. Partili bir memur gibi davranıyor, siyasete doğrudan müdahale ediyor.

Emniyet Teşkilatında kendisini AKP'nin bir görevlisi, neferi gibi gören kaç polis müdürü ve memuru var acaba?

AKP'nin önce tahrip edilmesine yardım ve yataklık ettiği sonra da bizzat tahrip ettiği bir kuruma dönüştü bu kurum.

Bir ülke için en önemli kurumlardan biri sayılması gereken polis teşkilatının böylesine tahrip edilmesine karşı muhalefetin şimdiden bir plan geliştirmesi gerekiyor.

Muhalefet bilmeli ki seçimi kazansa bile bu tür kurumlardaki tahribatı hızlı bir icraatla gidermediği sürece Başkan olabilir, TBMM çoğunluğuna sahip olabilir ama iktidar olamaz!

* * *

Sokak şiddete teslim edilirse 

İstanbul Üniversitesi Eşitlik Grubu tarafından düzenlenmek istenen piknik, kendilerine "Genç Hareket" ve "Genç Düşünce" adı veren bir grup tarafından engellendi.

"Üniversiteler bizimdir" başlıklı bir de bildiri yayınlayan bu grup, etkinliği düzenleyenleri açıkça tehdit de etti.

Bu saldırı, şeriatçı, ülkücü ve AKP'lilerin ortak bir operasyonu gibi görünüyor.

Rejim, elindeki polis gücü nü özgürlüklerin sınırlandırılmasında kullandığı yetmiyormuş gibi bir de bu tür paramiliter gruplardan güç alıyor, korku salmaya çalışıyor.

Bir grup vatandaşın Anayasal haklarının kullanılması şiddet tehdidi ve göz korkutmayla engelleniyor.

Polis de her zaman olduğu gibi bu paramiliter grupların "koruma görevlisi" pozisyonunda olaydaki yerini almış.

Bu tür grupların bu tür girişimleri başarılı oldukça azma eğilimlerinin arttığını biliyoruz.

Türkiye'de daha önce de bunu yaşadık.

Recep Tayyip Erdoğan'ın gözü şu anda iktidarından başka bir şey görmüyor gibi ancak kendisine önerim gözünü gerçekten açmasıdır.

Paramiliter gruplar marifetiyle şiddetin tırmandırılmasında bugünkü ortağının geçmişte oynadığı rolün ne olduğunu kendisi hatırlamıyorsa da hatırlayan tanıdıklarına sorsun.

Bugün vatandaşların bir kısmının kendilerini ifade etmesini şiddet yoluyla engelleyenlerin yarın bu başarılarından aldıkları hızla neler yapabileceklerini bir an için düşünsün.

Sokağı şiddete teslim ederse, bu ülkeyi kendisinin değil, şiddeti yönlendiren karanlık odakların yöneteceğini idrak etsin.

* * *

Soylu'nun seks ile imtihanı!

Bir yandan dezenformasyon kanunu çıkarmaya çalışıyorlar diğer yandan "Gezi yalanları" uydurmaya doyamıyorlar.

Enteresan bir durum gerçekten.

Son palavrayı İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Kanal D'de, ünlü Türk düşünürü Hakan Ural'ın programında ortaya attı.

Önce okuyalım:

"Gezi olaylarında bir polisimiz, bir kadın geliyor. Çok yoruldunuz oğlum diyor, evet diyor, devlet görevi diyor. Kaç yaşındasın oğlum diyor, 24 diyor. Evli misin diyor, evliyim diyor. Eşin evde yalnız değil mi diyor. Benim oğlum senin eşinin yanına gitsin diyor. Orada yapmak istediği şey şu; polisin kendisine yapacağı davranışı, suçsuz gibi gösterip mağdur olmak için bunu yapıyorsunuz. Sözde milletvekilleri, ben bunlara milletvekili denmesine karşıyım. Bunlar PKK'nın militanı. Bunlar PKK'nın dışında en ufak bir adım atamazlar. Pervin Buldan'a Murat Karayılan'ın gönderdiği bir kaset var. Bunlar esirler. Terör örgütünün esiriler, hem o ideolojiye sahipler ama kurtulmak isteseler de kurtulamazlar."

Eskiden çok kullanılan ama şimdilerde unutulmuş bir kelime var: İnsicam!

Arapçadan Türkçeye girmiş bu sözcük "bir bütünlük ve düzgünlük içinde devam etme, birbirine bağlı ve uygun olma, uygunluk" anlamına geliyor.

Soylu'nun konuşmasında gördüğünüz gibi bir insicam yok. Fikirler uçuşuyor, araya palavralar serpiştiriliyor.

Ama sorun değil, bu eğitimle düzeltilebilecek bir şey. Yaşı biraz geçmiş de olsa gayret ederse düzeltebilir.

Ancak sürekli cinsellikten söz ediyor olması daha ciddi bir sorun.

Geçen gün "ABD ve AB'nin Türkleri LGBT yapma planından" da söz etmişti.

Bu konuşmasında da seksle ilgili bir palavra daha sallıyor.

Çok yaşlı olsa aklı orda kalmış diyeceğim ama bunu söyleyemem, henüz o yaşlara gelmemiş olmalı.

Fakat bir takıntı var, burası belli.

Kendisini daha iyi ifade edebilmek için acaba profesyonel destek mi alsa?

Mehmet Y. Yılmaz kimdir?

Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya’da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi Denizli Lisesi’nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü’nden 1977 yılında mezun oldu

Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara’da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi’nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü.

12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş’e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı

Askerlik görevini Kara Harp Okulu’nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları’nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları’nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu

1985 yılında Hürriyet’e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu’nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı.

Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık’ın 1 Numara Yayıncılık’a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30’u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı.

1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü.

2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu’nun CEO’luğu görevini üstlendi.

2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018’den itibaren T24’te yazmaya başladı.

Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı”, “Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma”, “Aşktan Sonra Hayat Var Mı”, “Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür” isimli kitapları yayımlandı. “Aşk Herşeyi Affeder mi” isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı. 

“Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci” olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor.

Yazarın Diğer Yazıları

AKP'nin yargıya bakışı: "Yetkili" değil, "görevli"

AKP'nin 2011'deki Anayasa taslağında "yargı yetkisinden" değil, "yargı görevinden" söz ediliyor. Taslakta ayrıca, mahkemelerin "Türk milleti adına" karar vermesi ve AYM kararlarının herkesi bağlayacağı konularında hüküm yok. O tarihte "uzlaşma" gerçekleşmediği için Anayasa tartışması ertelendi. Ancak AKP'nin Anayasa taslağı, adı konulmadan hayata geçmiş gibi bir tablo var karşımızda...

Siyaset yapmayı yasaklama davası!

Kobani davasını çok önemsiyorum, çünkü bu dava, Türkiye'de demokratik siyasetin yasaklanması yolunda atılan büyük adımlardan biri

Reis mazbut lakin o çevresi yok mu?

O çevreyi yaratanın kim olduğu söylenmeden, çevre eleştiriliyor ki Reis, yenilginin suçunu bugünkü çevresine yıkıp, birinci halkayı yeniden oluştursun, bakarsın biz de oradan bir çıkış yakalarız!