07 Mayıs 2022

Bana bir umut ver Jo’Anna, sabah olmadan!(*)

Bunca acıyı çekiyor olmamızın nedenini mutluluğa ulaşmak için ödememiz gereken bir bedel olarak görmek, bizi mutlu eder mi dersiniz?

Memleketin haline, marketlerdeki, vitrinlerdeki fiyatlara bakıyorum da galiba sonunda milletçe Stoacı olacağız.

Stoacı mutluluk formülü son derece basit çünkü.

1– Karnını doyuracak kadar yiyecek.
2– Örtünmeni sağlayacak kadar giysi.
3– Barınmana yetecek kadar bir kulübe.
4– Bilimin ve erdemin sırlarına birlikte varabilmek için sohbet edebileceğiniz dostlar.

Tasavvuftaki “bir lokma, bir hırka” felsefesini de çağrıştırıyor.

Zaruri ihtiyaçlardan fazlasını istemenin ve onun peşine düşmenin bizleri asıl mutluluk kaynağından uzaklaştırdığını anlatan bir bakış.

Tabii bunu tek başınıza gerçekleştirmeye de kalkışmayacaksınız, en azından bir grubun içinde olmalısınız ki sizi elinde bir dilim kuru ekmek ve partal giysilerle görenler “deli” muamelesi yapmasınlar.

Güzel ve yalnız ülkemizin, artık mutsuz insanların diyarı olduğu ile ilgili haberleri okumuşsunuzdur.

10 yıl önce sorulduğunda her 100 TC vatandaşından 89’u mutlu olduğu yanıtını verirmiş.

Bu yıl yapılan araştırmaya göre ise “mutluyum” yanıtını verenlerin sayısı 42.

IPSOS’un her yıl düzenli olarak 30 ülkede yaptığı “mutluluk” araştırmasına göre Türkiye artık dibe vurmuş durumda.

Dünyanın en mutsuz insanlarıyız!

Gerçi bunun için bir araştırma yapmaya da ihtiyaç var mı, bilmiyorum.

Sokakta yürürken, otobüs durağında beklerken, metroda yürüyen merdivenden çıkarken, kahvehanede tavla atarken, kısacası her yerde bu mutsuzluk adeta elle tutulabilir hale gelmiş durumda.

Elbette çok değişik nedenleri var.

Haruki Murakami’nin, “Sahilde Kafka” isimli romanında bir kütüphane görevlisi olan Oşima, romanın baş karakteri Kafka Tamura’ya şöyle diyordu:

“Mutluluğun bir tek türü vardır, ama mutsuzluk bin bir şekilde ve büyüklükte gelebilir.”

Toplumumuzda gözle görülür, elle tutulur bir mutsuzluk var.

Ağır bir atmosfer içinde yaşıyoruz.

Bir yandan da hayat devam ediyor.

Kalıcı bir mutsuzluk içinde yaşayamayacağımızı bilmek, bunun toplumumuzu tedavisi zor bir depresyona sokmasını önlemek zorundayız.

Bir silkinip, bu halimizi üzerimizden atmamız gerekiyor.

İngilizce'de “resilience” diye bir kelime var.

Dayanıklılık, zorlukları yenme gücü anlamına geliyor.

Tüm zorluklar, belirsizlikler ve değişim karşısında ‘yılmazlığımızı’, ‘esnekliğimizi’ koruyabilmek, zor zamanlarda var olabilmek, her şeye rağmen iyi olabilmek için “resilience kasımızı” güçlendirmemiz lazım.

TV'lerden uzaklaşın

Zor zamanlarda, hayatın tadını çıkarmaya çalışmak, bize dayatılan mutsuzluk ile baş edebilmenin en doğru yolu olmalı.

Sanıyorum önce ilk iş televizyondaki haber kanallarından uzak durmak olmalı.

Haber kanallarındaki açık oturumları izlememek bir tür ruhsal detoks etkisi yaratıyor bende.

Ayrıca benim açımdan bunun bir diğer yararı da şu: Her gün bir televizyon kırıp, yenisini almaya bütçem ne kadar süre dayanabilirdi?

Alain de Botton, “Romantik Hareket – Seks, Alışveriş ve Roman” isimli kitabında, kronik mutsuzluğa karşı “kendinden kaçmak için okumak” adını verdiği bir yolu öneriyor.

Bildiğiniz çok satan polisiyelerin okunmasından söz ediyor, ciddiye alınmayacak, boş hayaller kurduracak kitaplar.

Da Vinci Şifresi, Panama Terzisi, Şibumi (bu son ikisi favori polisiye romanlarımdır, okumadıysanız bu hafta sonunuzu bunlara ayırabilirsiniz) gibi romanları okurken insan şunu fark ediyor:

Kimse ölümden korkmuyor, kimsenin canı sıkılmıyor, kimse durduk yerde bir şarkı dinleyince hülyalara dalmıyor.

Ortada Hz. İsa’nın gizli yönlerini ortaya çıkaracak bir şifrenin ele geçirilmesi gibi ciddi bir sorun varken ya da bir kredi kartı darbesiyle kötüleri cehennemin dibine yollarken elbette televizyondan yükselen “o ses”i duymuyorsunuz bile ki burası “çokomelli”!

Bu tür kitaplar, sadece “o ses”i duymamızı engellemiyor, bizleri içe bakışın ezasından ve cefasından kurtarmaya yarıyor.

Alain de Botton şöyle yazmış:

“(Okuyucuyu) bu tür kitaplar okumaya iten neden, bilmediği şeyleri keşfetmek değildi, aksine bilmediği şeylerin içine düşmeyi engelleyebilmekti. Peşinde olduğu şey tutarlılık da değildi, eğer bir şeyden korkuyorsa okumak isteyeceği son şey, korkusunu dile getiren bir kitap olurdu.

Afrikalı bir silah kaçakçısının, onu takip eden birinci sınıf bir sahil korumadan kaçarken yaşadığı korkuyu okumak hoşuna gidebilirdi belki, ne de olsa söz konusu olan kendi korkusu değildi.”

Bu tür kitaplar içerdikleri gerilimle okuyucuyu kendilerine bağlıyorlar elbette.

Ama o gerilim, okuyucunun kendisine dönük psikolojik ve kişisel sorularıyla ilgisi olmayan, zararsız ve güvenli bir gerilim.

Kendinizi sorgulamaya, kendinizi gözlemlemeye ihtiyaç duymuyorsunuz, bu tür “çok satanları” okurken.

Adamım Jason

Aynı şekilde toplum olarak yaşadığımız sorunları da kısa bir süreliğine de olsa bir kenara bırakmaya yarıyor.

Benim için filmler ve diziler de benzeri bir görevi yerine getiriyor.

Jason Statham ya da Steven Seagal’ın oynadığı filmleri tek geçerim.

Ellerinde tabancalar, bıçaklar, tüfeklerle o da yetmedi doğrudan doğruya yumruklarıyla bütün kötüleri öldürüp duruyorlar.

Geçen gün Digitürk’te Guy Ritchie’nin yönettiği, Jason Statham’ın oynadığı Wrath of Man (İntikam Vakti) isimli filmi izledim. 2021 yapımı bir film.

İzlerken o kötü insanların yüzlerinin yerinde “kendi kötülerinizi” hayal etmenize de bir engel yok, cezası da yok.

Tabii bunu yüksek sesle sağda solda anlatmaya kalkmayın, aman diyeyim!

Statham’ı ilk Snatch’de izlemiştim, o günden beri “adamım”!

Kötülerin belası olmuş, gerektiğinde onlardan bile kötü olmayı da başarabiliyor ki hangimiz “birilerine” böyle yapmayı zaman zaman aklımızdan geçirmiyoruz?

Instagram da böyle bir etki yaratabiliyor.

Mutsuz insan yok sanki.

Güzel sahiller, muazzam sofralar, güzel kadınlar, yakışıklı erkekler filan.

Tabii herkes mutlu olmak istiyor ve olmak da yetmiyor mutlu olduğunu göstermek de bir ihtiyaç.

Ne yapıyorsak hepsi “mutlu olma” isteğimizin yarattığı dürtüden kaynaklanıyor.

Kimse “mutsuz” olmak için çabalamıyor ama mutsuzluk salgın bir hastalık gibi yayıldıkça yayılıyor.

Öte yandan ne mutlu Türk'üm diyene ki mutsuzluk içinde kıvranıp duruyoruz!

Hayır, kafayı üşütmedim, merak etmeyin televizyondaki “Salı naklen yayınlarını” da dinlemiyorum.

Toprağı bol olsun Nietzche’ye göre mutlu olma isteği, insanların mutsuzluğunun en önemli nedeni.

Mutluluğa ulaşmak için bazı şeyleri yapmak zorunda kalmamız, mutsuzluğumuzun temelini oluşturuyor.

Bu yüzden Nietzche arkadaşlarına yazdığı mektupları şöyle bitirirmiş:

“Bana değer veren herkese acı, keder, hastalık, kötü muamele ve hakaret dilerim. Dilerim ki hürmetsizlikten, güvensizlik ve yenilginin perişanlığından mahrum kalmasınlar.”

Nietzche, herhangi iyi bir şeye ulaşmak için geçilmesi gereken yolun acıdan başladığına inanıyor.

İyi bir şiir ya da mükemmel bir roman yazacaksanız acılı bir süreçten geçmeniz lazım. Okulu bitirmek için de bir işi başarıp meslekte yükselmek için de.

Acıdan kaçma

Kim bilir, belki de büyüklerimizin memleketimizi bu hale getirmelerinin nedeni mutluluğa kısa yoldan ulaşmamızı istediklerindendir.

Bunca acıyı çekiyor olmamızın nedenini mutluluğa ulaşmak için ödememiz gereken bir bedel olarak görmek, bizi mutlu eder mi dersiniz?

Bertrand Russel, insanın ilkel dürtüsünün zevk peşinde koşmaktan daha çok acıdan kaçınma yönünde olduğunu düşünmüştü.

Ona göre bu “bir çekiş değil itiş” olarak tanımlanmalıydı.

Acı olasılığının varlığının, bizleri o eylemden uzaklaştırdığına dikkat çekiyordu.

Ben nihayetinde filozof değil, bir gazeteciyim ve benim bulduğum çözümler farkına varmış olabileceğiniz gibi daha uygulanabilir ve kolay çözümler.

Önerim şudur:

Bakın bayram tatili de geldi. Sevdiğiniz insanın elinden tutun ve tabiatın canlanışını hissedebileceğiniz bir yere gidin.

Çiçek açan ağaçlar, yumurtadan yeni çıkmış kuşların cıvıltısı, sabah esintisini yüzünüzde hissetmek!

Sevgilinizin saçını okşayıp, bir öpücük kondurmak.

Dünyayı ve memleketin makus talihini değiştirmeye yetmez bunlar ama size iyi gelir, güvenin bana!

(*) Yazının başlığını Güney Afrikalı Eddy Grant’ın şarkısından aldım: Gimme hope Jo’Anna, before the morning come!

Apartheid döneminin bu protest şarkısıyla sanırım sizler de çok zıplamışsınızdır. Bu günlerde mutluluk için en çok ihtiyacımız olan şey de “umut” sanırım.

Adı konulmamış bir apartheid döneminden geçerken sarılacak bir umut! 

Yazarın Diğer Yazıları

Adalet Bakanı, Hukuk’ta okuduğunu unutmuş

Adalet Bakanı kanunların geriye doğru yürümeyeceğini de fakültenin daha 1. sınıfında öğrenmiş olmalıydı

Yenisi yapılana kadar eskisini uygulasak?

Cumhurbaşkanı madem özgürlüklerin kullanımı konusunda hassas, kendi talimatıyla hapiste tutulan bu insanları salıverse, daha inandırıcı olurdu

İktidar için cinayete göz yumuyor

Erdoğan rejimi, yargı konusunda geçmişte Fetullahçılara yakasını kaptırmıştı, sonucunu hep birlikte izlemiştik. Bu yeni filmde Erdoğan başrolü kiminle paylaştığının farkında mı?