02 Nisan 2023
Amerika'da çıkan 4 Nisan 1837 tarihli Cheraw Gazetesi, yılın ilk üç ayında 160 bin kişinin ölümüne yol açan İstanbul'daki veba salgınının hız kestiğini, vakalarda azalma olduğunu yazıyor. Aynı haber içinde Fransız Frangı değerinin Osmanlı para birimine karşı az da olsa arttığı ve yıl içindeki Osmanlı Hanedanına yapılacak doğum günü kutlamalarında bundan böyle Batı İmparatorlarına yapılan organizasyonların örnek alınacağının ön bilgisi veriliyor.
Verdiği bilgilerden İstanbul yaşamını bildiği ve saraya yakın olduğu izlenimini edindiğim gazetecinin geçtiği haberde bahsedilen Osmanlı Padişahı olan 2. Mahmud zamanında Amerika ile ilişkiler kurulmuş, pul basılmış, ilk resmi Türkçe gazete çıkartılmış, modern tıp okulu açılmış ve Yeniçeri Ocağı kaldırılarak yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediyye kurulmuştu.
Bu yıl içinde dünya basınında da çok önemli haberler geçilmiş; sanayi devrimin ayak izleri içinde heyecanlı gelişmeler olmuş. Örnek vermek gerekirse, bir döneme adını yazdıracak olan İngiliz Kraliçesi Viktorya'nın tahta geçtiği 1837 yılı içinde Kanada'da yaşayan Afrika asıllı erkeklere oy kullanma hakkı verilmiş, ilk uzun mesafeli demiryolu hattı Birmingham ile Liverpool arasında yolcu taşımaya başlamış, New York bankalarında yaşanan kargaşa ekonomik krize yol açmış, telgrafın ilk ticari kullanımı Londra'da denenmiş.
4 Nisan 1915 tarihli New York Tribune Gazetesi okuyucuları için çok uzaktaki İstanbul'un göz kamaştırıcı güzellikteki efsunlu bir panaromasını ön sayfadan basmış. Tanıtıcı olduğu kadar üstüne kurşun kalemle yazılan notlarla bilgi verici özelliklere büründürülen bu fotoğrafı çeken kişi, sanki yıllar sonra Minür Nurettin Selçuk tarafından bestelenerek ölümsüz melodiler arasına katılacak olan Yahya Kemal Beyatlı'nın belleklerimizden silinmeyen şiirini okumuş gibi yüksekçe bir tepeye çıkmış ve İstanbul'a bakmış olmalı.
Bu haberi yazan muhabir sözünü ettiğim şiirdeki gibi "nice revnaklı şehirler görülür dünyada, lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan" dizesine benzeyen bir düşünceyi aklından geçirmiştir deklanşöre basarken ve kurşun kalemle İstanbul'un güzelliklerini işaretlerken diye düşünmeden edemedim.
Gelin bizler de koleksiyonlarda bekleyen o nüsha sayesinde İstanbul'umuza bir daha bakalım ve koruyamadığımız güzelliklerini yâd ederken Yahya Kemal'in ölümsüz şiirindeki dizelerden örnekler hatırlayalım.
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan
1929 yılı nisan ayı gazeteleri, mart ayında başlayan bir tartışmayı devam ettiriyor. Görülen o ki, Yozgat Milletvekili Sırrı Bey'in "bekârlardan vergi alınması" yönünde verdiği yasa tasarısı o günlerde gündemi çok işgal etmiş, konu enine boyuna günlerce konuşulmuş.
Akşam Gazetesi 1929 yılının nisan ayı başında bir anket düzenleyerek ülke bazında bir kamuoyu yoklaması yapmaya soyunmuş, toplumun her kesiminin görüşleri gazetelerin sayfalarında heyecan yaratmış. Bu konuda ortaya çıkan iki ana görüş olmuş, kimi yüksek verginin işe yaracağını söyleyerek yeni kurulan Cumhuriyetin nüfus artışı ile ivme kazanacağı üzerinde durarak evliliklerin özendirilmesini savunmuş.
Kimileri de kurulan yuvaların ancak birbirini anlayacak eşlerden oluştuğunda doğacak çocukların topluma fayda getirebileceğini, mutsuz ev hayatından gürbüz çocukların yetişmeyeceğini savunmuş. Konu uzadıkça uzamış, öneriler artmış, tartışma diğer aylara da taşınmış. Evli gibi bekârlar, bekâr gibi evliler olduğunu söyleyen Akşam Gazetesi yazarı, bekârlık vergisi yerine eğlence ve sefahat mekânlarından yüksek vergi alınmasının daha uygun olacağını dile getirmiş.
Alkollü içkilere birbiri ardına getirilen zamları düşününce 20 yılı aşkın bir süredir ülkeyi yöneten iktidarın da benzer bir ruh hali içinde olduğunu düşünmeden edemedim. Hatırlarsanız geçtiğimiz yıllarda vizyonsuz akıllar İstanbul'un Beyoğlu gibi tarihsel önemi olan bir eğlence mekânı ile özellikle Anadolu Yakasının ulaşımını engellemek için son vapur saatini erken saatlere çekip, zevkle bir iki kadeh eşliğinde keyif yapacaklara engel olarak "aile kurumunu " koruma adına çok büyük bir başarıya (!) imza atacaklarını düşünmüşlerdi.
1931 yılının nisan gazetelerinde seçim haberleri var. Çok partili rejime geçiş denemeleri içinde devam eden tek parti rejimi sırasında listeye giremeyen vekillerin iş aradığı çok güzel bir şekilde manşetten verilmiş.
Bugün için de öyle değil mi? Kendini dev aynasında gören bazı siyasetçilerin gündemde kalmak ve pazarlık masasında yer alabilmek için her yola başvurduklarına şahit olmuyor muyuz?
Sizlere ocak 1932 ila ocak 1935 arasında yayınlanan "Kadro" isimli aylık fikir dergisini tanıtmak da istiyorum. Kurucuları arasında Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge, İsmail Hüsrev Tökin gibi sol düşünce dünyasının isimlerinin yer aldığı dergiye Atatürk tarafından 1933 yılında destekleyici bir demeç verilmiş ve dönemin başbakanı İsmet İnönü'nün de "Fırkamızın Devletçilik Vasfı" başlıklı bir yazısı yayınlanmış olsa da ilerleyen süreçte rejimle ters düştüğü için kapatılmış, Yakup Kadri de Tiran elçiliğine atanmış.
Kadro dergisinin Nisan 1933 sayısını okurken gerçekten şaşırdım; çünkü bugünün dünyasına ait çok şey gördüm. Kapitalist ekonominin para - sermaye piyasalarının ülke egemenliğini ile olan bağı ve ekonomik bağımsızlığın gelecekte de çok önemli olacağını anlatan yazılarını son derece ön görümlü buldum.
Şevket Süreyya Aydemir "Emperyalizm Şahlanıyor mu?", Falih Rıfkı Atay "Kuvayi Milliye", İsmail Hüsref "Türk Parasının Kıymeti", Burhan Asaf "Liberal Emperyalizmden güdümlü emperyalizme doğru", Mehmet Şevki Yazman "Elektrikli Türkiye", İbrahim Necmi "Türk dilinin ana çizgileri" konulu yazılar yazmışlar. Derginin ana isimleri de ikişer makale ile dergiye katkı sunmuşlar; Yakup Kadri Karaosmanoğlu "Samimiyete Davet" ile "Ankara – Moskova - Roma Sanat ve Edebiyat", Vedat Nedim Tör "Fındıkta Devlet Kooperatifi ile arkadaşının "Yaban" Romanı hakkında tanıtıcı bir yazı yazmış.
Koleksiyonlar arasında sararmış sayfalarda beliren bu çalışmaların o günün düşünce dünyasının ne derece zengin olduğu konusunda hepimize bir fikir verecektir, diye düşünüyorum.
2 Nisan 1935 tarihli Zaman Gazetesi, Nazi Almanyası'nın ikinci şansölyesi, Adolf Hitler'in en yakın arkadaşlarından biri ve sadık yandaşı olan "Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı" Dr. Paul Joseph Goebbels'in her eve bir radyo vereceği haberini o kadar ballandırarak anlatmış ki, vazifesini ne kadar iyi yaptığının ve işini çok iyi bildiğinin bir göstergesi olduğunu belirtmiş. Yazı "bir devlet adamının her dilediğinde milletine konuşması, sesini bütün millete işittirmesi şüphe yok ki faydalı ve lüzumludur" diye tamamlanmış.
Gerçekten de öyle değil mi, yıllar geçse de "millete sesleniş" istekleri hiç değişmedi. Biz ne beşi bir yerde misali birlikte korku salan 12 Eylül paşalarının ekranda abuk sabuk tehditlerine karşılık verdik, ne de elindeki kalemle gözümüzü boyayan Özal'a ses çıkardık. Kimi iki anahtar verdi, kimi köprüyü sattırmam dedi, kimi de kömür dağıtarak gönüllere taht kurdu (!) ekranlarda.
1947 yılının nisan ayının ilk günlerinde çıkan gazetelerde Demokrat Parti'nin seçimlere girip girmeyeceği tartışmaları yer almış. 2 Nisan tarihli Cumhuriyet Gazetesinde "Dost Acı Söyler" köşesinde" seçime girmenin ya da girmemenin bir gaye değil bir vasıta olduğu yorumuyla bu vasıtayı ihmal etmekle bir şey kazanılmaz; mevzuatta ve tatbikatta aksaklıklar varsa seçime girmemekle bunlar düzelmez denmiş. Seçime girmemenin ardındaki halk hareketinin haklarından kısmen de olsa feragat edeceği vurgusu o günün siyasetinde farklı gazete haberlerinde vurgulanmış.
Nadir Nadi köşesinde, Başbakan Recep Peker'in de muhalefet lideri Celal Bayar'ın da "yaşa, varol" sesleriyle karşılandığını söyleyerek dışarıdan bakıldığında göze çarpanın tiyatro dekoru gibi sahte ve soğuk olduğunu yazmış.
Bugüne geldiğimizde siyaset esnaflarının yüzde değil binde olan oy oranlarını sanki çok ciddi bir toplama ulaşarak neticeyi etkileyecekmişçesine kendinden bahsettirdiklerini görüyoruz. Adaylık ve çok küçük partilerin ittifak konusu o kadar yüksek sesle konuşuldu ki, bence bu kadar gündemde kalmaları bile büyük başarı örneğiydi. Kimi babasının söylediği onca sözün üstüne bir bardak su içip bakanlık peşinde koşuyor, kimi de kendini dev aynasında görerek yüzde 5-7-10 hesabı yapıyor. İnceden inceye yol aldığını sananlar sonuçları gördüğünde iktidarın ekmeğine yağ sürdüğünü anlayacaktır ama önemli olan yol yakınken yanlıştan dönmek değil mi?
Son paylaşacaklarım yakın tarihten! 2012 yılı 3 Nisan tarihli gazetelerde Macaristan Cumhurbaşkanı Pál Schmitt'in doktora tezinde intihal yaptığı gerekçesi ile doktor unvanı geri alınınca görevinden istifa ettiği haberleri var. 2010 Yılında Macaristan Parlamentosunda 59'a karşı 263 oy ile cumhurbaşkanı seçilen Schmitt üstelik gençliğinde Yaz Olimpiyatları'nda iki altın madalya kazanmış bir sporcuymuş.
İktidara yakın basın -bir şeyleri çağrıştırdığı için olsa gerek- bunu küçük bir haber olarak görmüş ama yine de Macar Cumhurbaşkanının böyle bir durumda görevine devam edememesi o günlerde çok konuşulmuş.
Basılı yayın koleksiyonculuğu geçmişin değerlerini ve yaşanmışlıklarını geleceğe aktaran en önemli değerlerden biri! Geçmişi anlamak ve ders almak geleceği kurmak için ne kadar önemli değil mi?
Güzellikleri biriktirmenizi dilerim.
https://www.gastearsivi.com/gazete/milliyet/1931-04-19/1
https://www.gastearsivi.com/gazete/cumhuriyet/1947-04-02/3
https://www.gastearsivi.com/gazete/bugun_2005/2012-04-03/1
https://www.gastearsivi.com/gazete/aksam/1929-04-04/1
İrfan Yalın kimdir? Koleksiyoncu İrfan Yalın 1962 yılında İstanbul'da doğdu. 9 Eylül Üniversitesi, Aydın Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksek Okulu mezunu. Objelerin – belgelerin peşinde "Popüler Tarih ve Kültür Yaşanmışlıkları araştırmacısı. Bizimev TV'de yayınlanan "Koleksiyoncu" programı sunucusu - yapımcısı. Asya ve Afrika ülkelerinden tek tek topladığı el sanatlarını sergilediği Kadıköy'deki "Artemis"in kurucusu. Koleksiyonculuğun özendirilmesi adına amatörce çalışan, sergi, sempozyum, sunu ve derleme çalışmaları içinde kültürel değerlere gönül bağımlısı… |
Mantarlar, İlk Çağ’da "Tanrıların Yemeği" olmuş, “Yaşam İksiri” olarak değerlendirilmiş
Bir tür meşe ağacı kabuğundan doğal yollarla elde edilen “mantar” ilk olarak Eski Mısır’da kullanılmış
Turpun büyüğü de küçüğü de tarih boyunca önemli işlevler üstlenmiş hem karın doyurmuş hem tanrılara adanmış hem de bünyeyi temizlemiş, parazitleri söküp atmış
© Tüm hakları saklıdır.