03 Ocak 2020

Türkiye şaşkınları oynuyor; Erdoğan kendi çöküşünü hızlandırırken, Türkiye'nin kriz hallerini de derinleştiriyor!

Erdoğan'ın barışa değil savaşa dönük dış politikası, içeride de istikrarsızlığı körüklüyor

TBMM'den bir savaş tezkeresi daha çıktı.
Suriye'den sonra Libya'ya da asker gönderiyor Türkiye.
Akıl alır gibi değil.
Erdoğan'ın dış politikası böyle.
Barışa değil savaşa dönük bir dış politika...
Dost değil düşman çoğaltan bir dış politika...
Türkiye'nin önünde yeni cepheler açan bir dış politika...
Türkiye'yi tecrit eden bir dış politika...
Türkiye'yi yalnızlaştıran bir dış politika...
Erdoğan'ın bu dış politikası, Türkiye'yi sadece Batı'da değil Doğu'da da tecrit ediyor, yalnızlaştırıyor.
Erdoğan'ın bu dış politikası, sadece Amerika'yla Avrupa'yla değil, Arap dünyasıyla da, Rusya'yla da, İran'la da Türkiye'nin ilişkilerini bozuyor.
Erdoğan'ın dışarıda, Zaloğlu Rüstem gibi yedi düvele pala sallayan dış politikası, içeride de siyasal ve ekonomik istikrarı her geçen gün zehirliyor.
Özellikle ekonomideki kriz halleri Erdoğan'ın barışa değil savaşa yatırım yapan bu dış politikasıyla derinleşiyor.
Gerçekten akıl alır gibi değil.
Mehmet Yılmaz'ın yerinde deyişiyle:
Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete!
Erdoğan, Türk dış politikasının 'geleneksel dengeleri'ni yerle bir etti.
On yıl önce, 3 Kasım 2009 tarihli Milliyet'te aşağıdaki satırları yazmışım.

 *  *  *

Dünyanın Doğu ve Batı blokları olarak ortasından bir 'demir perde'yle ikiye bölündüğü Soğuk Savaş döneminde de Türkiye kendi dış politikasında bir 'özerk alan'a sahipti.
Geleneksel bir durumdu bu.
Batı kampının bir üyesi olmakla birlikte, hem kendisinden hem de coğrafyasından kaynaklanan haklı nedenlerle bloklar arası dengeleri gözeten bir dış politika çizgisi izlerdi Ankara.
1960'larda Başbakan Demirel, Moskova'ya yaklaşarak Sovyetler Birliği'nden aldığı kredilerle İskenderun Demir Çelik, Seydişehir Alimünyum gibi çok büyük kamu yatırımlarını gerçekleştirmişti.           
1970'lerde Başbakan Ecevit, Moskova'ya yakın 'Üçüncü Dünya'ya dönük açılımlarda bulunmuş, 1978'deki ikinci başbakanlığında ilk yurt dışı ziyaretini Yugoslavya'ya yaparak Başkan Tito'yla buluşmuştu.
Hatta Başbakan Ecevit 1970'lerde bir ara "Duvar'ın öteki tarafına atlamak"tan söz etmiş, Türkiye'nin Batı blokundan, NATO'dan ayrılabileceğini gündeme getirmişti.
1980'lerin başında Türkiye'nin İsrail'le diplomatik ilişkilerini neredeyse tümden kopartan, en alt düzeye indiren 12 Eylül askeri yönetimi olmuştu.            
1987'de Başbakan Özal, Şam'ı resmen ziyaret ederek Suriye'yle özellikle ekonomik ve ticari alanda ilişkilerin geliştirilmesini bir hedef olarak ilan ettiğinde, Öcalan ve PKK, Başkan Hafız Esad yönetiminin himayesindeydi.            
Türkiye'nin bu Suriye politikası 1990'ların başında, Demirel'in başbakanlığı döneminde de değişmedi.
İran'la da durum farklı olmadı.
1979'da Humeyni İhtilali sonrasında Tahran'ın Türkiye'ye bakışı özellikle ilk dönemde hiç dostça olmadı. Türkiye'nin istikrarsızlaştırılmasına dönük çabalar gizli gündemdeki yerini uzun zaman korudu.
Ama buna karşılık Türkiye'de birbiri ardından iktidara gelen hükümetler, Ankara'daki bazı ters yöndeki telkinlere rağmen, İran'la ilişkileri rayından çıkartacak sapmalar yapmadı.
Moskova'yla da farklı değildi.
Komünizm korkusu ve bahanesinin Soğuk Savaş boyunca Türkiye'de demokrasinin kolunu kanadını kırmaya devam ettiği yıllarda, Demirel gibi "Moskova'ya, Moskova'ya!" sloganını kendine şiar edinmiş en 'anti-komünist' başbakanlar bile Moskova'yla ilişkileri iyi ve dengede götürmeye özen göstermişlerdi.
1960'larda, 1970'lerde Türk dış politikasına Başbakan olarak yön veren Demirel'in, ama özellikle Ecevit'in ağzından çok duyulmuştur, Türkiye'nin Doğu'ya bakan yüzünün, Batı'da elini güçlendireceği sözü
"Komşularıyla sıfır problemli" bir Türkiye özlemi de, iktidar koltuğuna yeni oturan her başbakanın gündeminde olmuştur.
Özal'ın 1983 yılı genel seçimlerini tek başına kazandığında kurmaylarına verdiği ilk talimatı anımsıyorum:
"Komşularımızla bir süre hiçbir problem istemiyorum. Her şeyi bırakıp ekonomiye, ekonomik büyümeye ağırlık vermeye mecburuz çünkü…" (Bu konuda Özal Hikâyesi isimli kitabıma bakılabilir).
Nitekim, Başbakan Özal 1984'te beklenmedik bir jest yaparak, Yunanistan'a vizeyi üstelik tek taraflı olarak kaldırmış ve büyük bir şaşkınlığa yol açmıştı.
Bugün, 2009 yılının sonlarında, Amerika'yla Avrupa'nın ciddi yayın organlarında hep aynı sorular yorum ve başyazılarda dolaşıyor.
Türkiye Batı'ya sırtını mı dönüyor?
Türkiye'nin dış politikasında eksen kayması mı?
Batı'dan Doğu'ya mı?

*  *  *

On yıl önceki satırlarım böyle.
Bugüne gelince...
Türkiye, hem Batı'ya hem Doğu'ya sırtını dönüyor; yalnız Batı'yla değil Doğu'yla da papaz oluyor; yalnız Batı'da değil Doğu'da da dost değil düşman yaratıyor; hedef küçültmüyor, tersine büyütüyor.
Bir başka deyişle:
Türkiye bugün şaşkınları oynuyor!
Bu şaşkınlıkla Erdoğan hem kendi iktidarının altını oyuyor, kendi çöküşünü hızlandırıyor, hem de Türkiye'nin kriz hallerini derinleştiriyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Taksim Meydanı 1 Mayıs'lara açılmadıkça, cezaevleri boşalmadıkça...

Bu ülkede demokrasiden, hukuk ve adaletten, özgürlükten söz edilemez

Ermeni kardeşlerimin 24 Nisan soykırım acısını, Hrant Dink'in "23,5 Nisan" yazısıyla paylaşıyorum

"Kim nasıl anlayabilir bunu bilemiyorum ama hem Ermeni olmak, hem Türkiyeli; hem 23 Nisan'ı yaşamak bütün coşkusuyla ve ertesi günün bir parçası olmak bütün hüznüyle..."

Ortadoğu cehennemine Gazze'ye BARIŞ gelecek mi?

İsrail, İran ve Filistin'de iktidarlar değişmedikçe, Batı'nın İsrail'e kayıtsız şartsız desteği son bulmadıkça, Hamas şiddet ve terörden vazgeçmedikçe Ortadoğu'da barış kapısı açılmaz!