17 Nisan 2024

Paris'ten, yaşlı hatıralarla...

Yürüyorum Paris sokaklarında, yoksa gençliğimi mi arıyorum?..

PARİS

Otelden sabah erken çıktım.
Saint Germain'deki Deux Magots'ya gidiyorum.
Kahvede kimsecikler yok.
Hemingway'in köşesi boş.
Duvarda, Paris'in Hitler işgalinden
kurtulduğu günlerde çekilmiş
asker üniformalı fotoğrafı yerli yerinde...
Zaman ne çabuk akıp gidiyor.
1998 yılı olabilir. Yine bu masada,
herhalde bir şeylere özendiğim zamanlarda,
Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım
isimli kitabımı yazmaya başlamıştım.
Hemingway, Paris Bir Şenliktir demiş
ve bu adı taşıyan kitabını yazmıştır. 

İlk kez 1962'de genç bir Mülkiye öğrencisi
olarak yolumun düştüğü Paris benim için
bir şenlikten daha fazlası oldu.
Çünkü beni hep düşündürdü,
entelektüel meraklarımı besledi.
Paris şeniliğini yaşarken
nedense derin konulara da
zaman ayırmayı kendime
entelektüel görev bildim.
Ernest Hemingway...
Gazeteci milletinde, özellikle Batı'da,
bir zamanlar Hemingway hayranlığı vardı.
Dünyanın dört bir yanında
haber kovalamış, sıcak olayların,
savaşların orta yerinde pişmiş
bir gazeteci, bir yazar...
Genç yaşta gelen para ve şöhret...
Yaşanan büyük aşklar...
Nobel Edebiyat Ödülü...
Ve 62 yaşında,
"Ben artık yazamıyorum" diyerek,
çene altından av tüfeğiyle gelen intihar...
Hayranlık ve haset karışımı duygulara
kaynaklık eden heyecan verici
 ve hazin bir hayat çizgisi...
1980'lerde Hemingway'le ilgili
bir oyun izlemiştim
siyah beyaz TRT televizyonunda.
Üç oyuncusu vardı, üçü de Hemingway'di.
Biri genç, biri orta yaşlı, biri ihtiyar.
Hemingway'in gençlik, olgunluk
ve yaşlılık yıllarını iç içe izlemek
yalnız ilgimi çekmekle kalmamış,
1999'da çıkan Kimse Kızmasın
Kendimi Yazdım'ın da
esin kaynağı olmuştu.
Ama benim kitap üç değil iki boyutluydu.
Genç Hasan Cemal'le
orta yaşlı Hasan Cemal
arasındaki diyalog...

Deux Magots kahvesi 

Hemingway'e sormuş biri,
"Yazar olmak isteyenlere
bir tavsiyen var mı" diye.
Cevap iki kelime olmuş;

Kısa cümle!

Hemingway'in bu tavsiyesi
aklımda kalmıştır.
Günlüğümdeki şu nota bak:

Doğan Avcıoğlu,
"Hasan, devrimci şiddet, devlet terörü neymiş,
biz iktidara geldiğimizde görürsün!"
derdi, öfkeli ya da çakırkeyif
olduğu akşamlarda... 

Bu notu Doğan Bey'in
uzun yıllarını geçirdiği
ve çok sevdiği Paris'te düşmüşüm
günlüğüme, ölümünden on yıl sonra...


Café Flore'da Doğan Bey'i hatırlamak...

Café Flore, 21 Mart 1993.
Kargacık burgacık bir yazı.
Sayfanın bir köşesinde
"Bu tepki, bu nefret niçin?"
diye bir not düşmüşüm.
Doğan Bey gibi 1950'li yıllarda
yolu Paris'ten geçen
bazı Üçüncü Dünya devrimcilerinin,
komünistlerinin isimleri okunuyor:
Ho Chi Minh, Pol Pot, Frantz Fanon...
Frantz Fanon...
1924'te Martinique'te,
Fransa'nın sömürgesinde doğmuş.
Babası bir köylü.
Paris'te felsefe ve tıp okumuş.
İkinci Dünya Savaşı'nda
Alman işgaline karşı savaşmış.
Cezayir'de doktorluk yapmış
ve Fransa'ya karşı kurtuluş savaşı
verenlerin safında yer almış.
Frantz Fanon da Paris'ten geçmiş...
Şiddete, devrimci şiddete tapan biri...
"Bu Dünyanın Lanetlenmişleri"
adını taşıyan kitabını 1966'da
Almanya'da okumuş, etkilenmiştim. 

Günlüğümdeki notlarımın
bu bölümü Aklın Cinayetleri
ara başlığını taşıyor. 

Akılcılık (rasyonalizm),
eleştirel düşüncelere kulak vermek,
sınamalardan bir şeyler öğrenmeye
hazır olmak tutumudur.
"Ben haksız olabilirim,
sen haklı olabilirsin
ve çaba göstererek,
doğruya daha çok yaklaşırız"
 diyebilme tutumudur bu...
Ancak, aklı her derde deva
haline getirmek isteyenler,
aklın her kilidi açacağını sananlar,
yani akla "mutlak kurtarıcılık" vehmedenler
ya da akılla mutlak gerçeğe
ulaşılacağını düşünenler,
Aydınlanma fikrini çarpıttılar,
özünden saptırdılar.
Bu da Batı'da oldu!
Bu da Batı düşüncesinin bir ürünü...
Fransız filozofu Bernard-Henri Lévy'nin
Pol Pot'la ilgili olarak işaret ettiği de bu.
Pol Pot'ların, insanlığa yaşattıkları
cinayetlerin böylesine bir zihniyet
ortamından beslendiklerini belirtirken,
Aydınlanma düşüncesinin
saptırılmasını da kastediyordu.
Oysa, 18. yüzyıl Aydınlanma düşüncesinin
özünde yatan gerçek akıl,
"eleştirel akıl"dır.
Kant'ın 1784'te bir Alman dergisinde
"Aydınlanma nedir?"
sorusuna yanıtı çok yalındır: 

Sapere aude!
Kendi aklını kullanacak
cesareti göster!
Aydınlanmanın sloganı budur. 

Bu yazısında Kant,
insanların kendi yerine
başkalarının düşünmesi kolaycılığına
hemen kapılmalarını eleştirir.
Oysa Aydınlanma'nın özünde yatan akıl,
araştıran, soru soran, eleştiren,
beynini başkalarına
teslim etmeyen akıldır.
Aklını sloganlara
esir etmeyen düşüncedir,
Aydınlanma Çağı'na damgasını vuran.
Kendi başına fikir üretmeye çalışan akıldır.
Kendisine verilmek istenenle
yetinmeyen akıldır.

Descartes: Her şeyi sorgula! 

Öğrenmek sürekli kuşku beslemektir.
Soru sormak, sorgulamaktır.
"Her şeyi sorgula!", Descartes'ın sözüdür.
Farklı düşünmekten korkmamak,
çekinmemektir.
Sürüye katılmak değil,
kendi olabilmek, birey olabilmektir.
Ama aynı zamanda farklı olana,
farklı düşünene tolerans göstermektir.
Aydınlanma düşüncesi bunların özetidir.
Batı'yı Batı yapan,
Batı modernizmini yaratan,
18. yüzyıl Aydınlanma Çağı'nın
temelinde yatan düşünce böyle özetlenebilir.
Ya da Orta Çağ'ın kuşku beslemeyi,
eleştirel düşünmeyi reddeden karanlığını
işte böylesine bir "entelektüel devrim"
yırtmıştır.
Ancak, Aydınlanma düşüncesinin
temelinde yatan
eleştirel aklı özünden saptıran
ve insanlığa çok pahalıya mâl olan
başka denemeler de olmuştur tarihte.
Bunlarda biri de "komünizm"dir.
Fransız düşünürü Raymond Aron'un
deyişiyle bu "seküler" dinde,
"Allah"ın yerine "akıl" konuldu.
Akıl yoluyla mutlak gerçeğin
yakalanacağı yanılgısı yüzünden de
bu ideolojiden gırtlağına kadar bağnazlığa
saplanan siyasal hareketler,
totaliter rejimler doğdu.
Peki ya bizdeki "Aydınlanmacılar"?.. 

İşte benim Deux Magots'daki
"Hemingway köşesi"nde,
1998 yılında yazmaya koyulduğum
Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım
isimli kitap da, ben dahil
"bizim aydınlanmacılar"ın
hazin macerasıdır.
Yıllar önce Café Flore'da günlüğüme
düştüğüm notlar arasında
şöyle bir cümle var: 

Paris insanı ezebilir! 

Paris'in güzelliği, görkemi karşısında,
bir Üçüncü Dünya ülkesinden gelen
bir gencin yaşayabileceği şok...
Ho Chi Minh, Pol Pot gibi
Fransız sömürgelerinden
Paris'e ilk kez gelenlerin
bu rüya şehirde gördükleri
her türlü zenginlik karşısında
hissettikleri şaşkınlık, hayranlık ve tepki...
Bu tepkinin, kendi ülkelerinin yoksulluğunu
düşündükçe, zamanla kapitalizme,
Batı'ya yönelik nefrete dönüşmesi...
Paris'te bir pazar sabahı, Cafe Flore'da
Doğan Avcıoğlu'nu hatırladığımda,
günlüğüme çiziktirdiğim
notlar arasında şunlar da var: 

Batı'nın üstünlüğü karşısında duyulan
tepkiler, kompleksler...
Batı ülkelerine ilk gidildiğinde
çengelini zihinlere asan
"Onlar neden ileri gitmiş,
biz niçin geri kalmışız?"
soruları...
Fikirlerimizin radikalize olmasında,
devrimci raya kayıp
antikapitalist çizgiler edinmesinde
bu soru da kesin rol oynadı.
Tabii herkes için geçerli değil.
Kimi, körü körüne Batı hayranlığına kaydı.
Kimi, Batı'yı akılcı biçimde tahlil ederek
Batı'yı Batı yapan çerçeveyi
yerli yerine oturttu.
Kimi, Batı'yı Batı yapan değerlerin
bir bölümünü özümseyerek
Batı'yı aşacağına inandı.
Kimi de tam anlamıyla
Batı düşmanı kesildi.
İslamcı radikaller,
komünistler vs... 

Müzeden çıkarken bir tabela:
Elsa Triolet Allée...
Okay'ı, Nadir Bey'i hatırlıyorum.
Elsa Triolet'nin şiir kitabını
Türkçe'ye çevirmişti Okay…
Cumhuriyet'e yeni Genel Yayın Müdürü
olmuştum.
Nadir Nadi sormuştu:
"Yazı İşleri Müdürün kim olacak?"
"Okay Gönensin efendim."
Bakışlarında soru işaretleri belirdiğini
fark edince hemen eklemiştim:
"Nadir Bey, Okay frankofondur,
Elsa Triolet'nin bir şiir kitabını
Türkçeye çevirmiştir."
Nadir Bey'den tamam cevabı
belki de böyle çıkmıştı. 

Okay Gönensin'le Nadir Nadi 12 Eylül askeri yönetimi günlerinde mahkemede

Günlüğümden bir başlık daha.
Paris, 1 Ocak 1997.
Yılbaşı tatilinde Ayşem'yle birlikte
Montmartre'ı keşfetmeye çalışıyoruz.
Pırıl pırıl bir hava.
Beyaz boyalı, tek katlı bir evin
girişinde bir plaket: 

Place Emile Goudeau 13,
Bateau-Lavoir,
Picasso 1900'lerin başlarında
burada yaşadı. 

Günlükteki satırlarım şöyle:

Özgür ruhlu insanlar...
Kendi ülkelerindeki düzene
isyan edip gelmişler.
Paris onlara kucağını açmış...
Özgür ruhlu, yaratıcı insanların
kurulu düzene isyanı olmasaydı,
meydan okumasalardı,
insanlık daha güzeli, daha hakçayı,
daha mutlu olanı yakalayamazdı.
Selam onlara!

1985 yılında Madrid'de
Picasso'nun Guernica'sını
ilk kez gördüğüm zaman yakalandığım
duygu fırtınasını hiç unutmam.
Acının, dehşetin, zulmün,
korku ve öfkenin, muhteşem bir
protestonun resmiydi Guernica.
Aynı zamanda umudun resmiydi.
O acının ve yıkımın içinde
bir sap çiçek vardı, umudu temsil eden...

Picasso'nun Guernica'sı bugün
İspanya'da demokrasinin simgesi...
Bir yılbaşı günü Paris'te Picasso'ya,
"özgür ruhlu insanlar"a çaktığım selam...
Anlıyorum.
Ama unutma!
Picasso'nun da yol arkadaşlığı var.
Stalinizm'i görmezlikten gelmişti Picasso...
O zamanlarda, 1956 yılında Picasso'ya
Polonyalı şair Czeslaw Milosz
(1980'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü alacaktı)
şöyle bir açık mektup yazmıştı:

Sovyetler Birliği'nde ve Halk Demokrasileri'nde
resim sanatının sistemli bir biçimde tahrip edildiği,
yok edildiği bir dönemde,
Stalin rejimini göklere çıkaran bildirilerin
altına isminizi koydunuz.
Karşı tarafta yer almanız
dengeleri öylesine etkiledi ki,
Doğu'da bu saçmalıklara
teslim olmak istemeyenlerin
ümitleri yok oldu.
Bu desteğiniz teröre yardımcı
olabildiğine göre, muhalefetiniz
kim bilir ne kadar işe yarardı. 

Evet, "yol arkadaşlığı" vardı
ama yüzyılın en büyük ressamlarından
biriydi Picasso...
Nâzım Hikmet de, Pablo Neruda da
Batı demokrasisini sevmediler,
bir dönem "yol arkadaşlığı" da yaptılar,
ama bu onların çağımızın büyük şairleri
gerçeğini değiştirmedi.
Şiirleriyle güzeli, adaleti, eşitliği,
dayanışmayı anlattılar,
öğrettiler, aşıladılar.
Octavio Paz'ın şu satırlarına
rastlıyorum günlüğümde:

Bunca yıkıntıya,
hayal kırıklıklarımıza,
yenilgilerimize rağmen,
boş ve anlamsız değildi ütopyamız...

Bu alıntı, Octavio Paz'ın 1999'da çıkan
Itinerary, An Intellectual Journey
isimli kitabından...
Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi
Meksikalı ozan,
bir başka diyara göç hazırlığı yaparken
bitirmiş bu kitabı.
Kendi kendisiyle hesaplaşmış.
Entelektüel oluşumunun ipuçlarını saklamamış.
Siyasal kopuşları sırasında
yaşadığı yalnızlığı, düş kırıklıklarını belirtmiş.
Ve hayatta iyiyle kötüyü anlatmış.
Stalin'le birlikte komünizmden kopmuş.
Sartre'a değil Camus'ye yakınlık hissetmiş.

Octavio Paz, neden Sartre değil Camus... 

Albert Camus'yü sevmiş Octavio Paz,
bağımsız düşünebilen
bir insan olduğu için...
Ve bir başka diyara göç ederken
bir noktanın yaşamsallığını
aklından çıkarmamış:

Eleştirel düşünce...

Sartre değil Camus, neden?...

Şu cümle de Meksikalı ozanın:

Kendini beğenmiş insan
kendini körleştirir!

Hayatta soru sormanın,
dünyayı sorgulamanın peşini bırakmak
insanı körleştirir.
Yanıtsız sorular kafa karıştırır,
acı çektirebilir.
Ama soru sormasını bildin mi,
sorgulamayı aklından çıkarmadın mı
eninde sonunda yanıtlar da gelir.

Bayram günlerinde
Paris sokaklarını
işte böyle dolaşıyorum
Ayşem'le...

Hasan Cemal kimdir?

Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 

1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 

28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. 

Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. 

Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: 

Tank Sesiyle Uyanmak (1986)

Demokrasi Korkusu (1986)

Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) 

Özal Hikâyesi (1989)

Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999)

Kürtler (2003)

Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005)

Türkiye'nin Asker Sorunu (2010)

Barışa Emanet Olun (2011)

1915: Ermeni Soykırımı (2012)

Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014)

Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014)

- Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018)

- Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var

Yazarın Diğer Yazıları

Özgür Özel'in Erdoğan'la diyalog talebini neden önemsiyorum?

31 Mart penceresini açan CHP, hem kendisini hem Türkiye'yi bundan sonra büyütmek istiyorsa, bunun için siyaset meydanına bir büyük uzlaşma projesi, dört dörtlük bir demokratik anayasa önerisi sunmalıdır

Taksim Meydanı 1 Mayıs'lara açılmadıkça, cezaevleri boşalmadıkça...

Bu ülkede demokrasiden, hukuk ve adaletten, özgürlükten söz edilemez

Ermeni kardeşlerimin 24 Nisan soykırım acısını, Hrant Dink'in "23,5 Nisan" yazısıyla paylaşıyorum

"Kim nasıl anlayabilir bunu bilemiyorum ama hem Ermeni olmak, hem Türkiyeli; hem 23 Nisan'ı yaşamak bütün coşkusuyla ve ertesi günün bir parçası olmak bütün hüznüyle..."