12 Eylül 2020

40 yıl önce bugün sabaha karşı tank sesiyle uyanmıştım!

12 Eylül darbesi Türkiye'nin yaşadığı birçok "kötülüğün anası"dır

Yıllar ne çabuk geçiyor.
40 yıl önce bugün, 12 Eylül 1980'de sabaha karşı
"tank sesi"yle uyanmıştım.
Ve o günden itibaren günlük tutmaya başlamış,
beş altı yıl sonra da o günlüklerden
ilk kitabım çıkmıştı:

            Tank Sesiyle Uyanmak!

Sayfaların arasında dolaşıyorum.

* * * 

Cuma, 12 Eylül 1980.
Saat 01.10.
Taksiyle eve gidiyorum.
TRT’nin önünde bir olağanüstülük yok.
Bir yanda Türkiye Büyük Millet Meclisi,
öbür yanda Jandarma Genel Komutanlığı ile İçişleri Bakanlığı.
Sadece nöbetçiler...
Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanlıklarının
bulunduğu binalarda durum sakin...
Millî Müdafaa Caddesi’ne kıvrılıyoruz.
Genelkurmay Başkanlığı:
Işıkları yanmıyor...
(Sonradan öğrenmiştik ki, arka tarafta çalışıyormuş darbeciler.)
Çankaya’ya doğru Atatürk Bulvarı’na sapıyoruz.
Ankara ılık bir sonbahar gecesi yaşıyor.
Her taraf tam bir sessizlik içinde.
Bulvarda jandarmalar ikişer ikişer bir aşağı bir yukarı yürümekteler.
Sıkıyönetimin ilanından beri alışık olduğumuz bir görüntü...
Eve gelir gelmez Cüneyt Arcayürek’i aradım:
"Baba, ne Genelkurmay’ın ışıkları yanıyor, ne de TRT’nin önünde tanklar var"
deyip hemen yattım.
Çok geçmedi, başucumdaki telefonun
çınlamasıyla sıçradım.
Saat 02.15.
Cüneyt: 

Hasan, kalk kalk!
Sesleri duyuyor musun?

"Ne sesi yahu, dalga mı geçiyorsun gecenin
bu saatinde" deyince Arcayürek sesini yükseltti:

Tank sesi oğlum, tank sesi...
Pencereye yaklaş da
kulağını aç biraz !

Gerçekten tank sesiydi bunlar; gecenin
sessizliğini yırtan...
Tank paletlerinin asfaltla buluştuğu yerden çıkan,
gıcır gıcır, kulak tırmalayıcı sesler...
Çankaya’ya tırmanıyor, Oran’a doğru kıvrılıyordu tanklar...
Apar topar giyinip Cüneyt’in Volkswagen’ına attık kendimizi.
Heyecanlıyız ikimiz de.
Cinnah Caddesi’nden aşağı,
Atatürk Bulvarı’na iniyoruz çevreyi gözleyerek.
Kuğulu Park kavşağında durdurulduk.
Bir jandarma eri:
"Evinize gidin sokağa çıkmak yasak!"
Ne oluyor? Yola devam.
Ve işte, TRT’nin önünde bir tank var...
Ankara Oteli.
Solumuzda TBMM.
Meclis’le Jandarma Komutanlığı’nın arasında da tanklar...
Sessizlik...
Akay kavşağında durduruyorlar gene.
Teğmen, Cüneyt’i tanıdı, gayet nazik:
"Saat üçten önce bir yere girmiş olun. Sokağa çıkmayın.
Basın kartlarınız geçmez... Radyoyu dinleyin..."
"Genel bir arama mı var? Ne oluyor?"
Yanıt yok!
Cüneyt gazlıyor.
"Meşrutiyet’te inip benim Cumhuriyet büroya gideyim"
diyorum, ama Cüneyt dinlemiyor:
"Birlikte olalım daha iyi, Hürriyet Matbaası’na gidelim."
Radyoevi’nin önünde de tanklar...
Rüzgârlı’daki Hürriyet Matbaası’na atıyoruz kendimizi.
Gece nöbetçileri dışında kimsecikler yok.
Baskı bitmiş, her taraf sessizlik içinde.
Telefonlara sarılıyoruz Cüneyt’in odasında.
Sıkıyönetim’den Albay Yalçın’a soruyoruz:
"Sınırlı bir operasyon mu, askerî müdahale mi?"
Yanıt:
"Saat 04.00’te radyoyu dinleyin!"
İstanbul’u arıyoruz:
"Baskıyı durdurun, bir şeyler oluyor."
Saat 02.55.
Sağa sola telefonlar, evet kesin: 

Ordu el koyuyor!

12 Eylül 1980'de Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve MGK üyeleri ülkede yönetime el koydu     

Cüneyt’le birlikte birer teleksin başına geçiyoruz.
Karşımda Çeto, (Cumhuriyet'in yazı müdürü rahmetli Çetin Özbayrak).
"Ben Hasan. Ankara Hürriyet’ten arıyorum... İstanbul’la telefonlar kesildi..."
Çeto:
"Uzatma! Oktay da (Rahmetli Genel Yayın Müdürü Oktay Kurtböke)
burada. Kısaca özetle!"

"Darbe... Askerî müdahale... Kimler, bilemiyoruz...
Dışardan tank sesleri geliyor...
Çankaya’dan inerken bir teğmen
sokağa çıkma yasağı konacak dedi...
Bir dakika!.. Ek bilgi var...
Saat dörtte yedi adet tebliğ çıkacak...
Parlamentonun, siyasî partilerin kapatıldığı,
ordunun yönetime el koyduğu açıklanacak...
Millî Konsey kuruluyor... Evren başkan oluyor...
Evren dahil bütün kuvvet komutanları imzalamışlar...
Gazetelerin yayımı konusunda bir şey yok...
Ama herhalde sadece bildirileri yayımlayabileceğiz...
Diğer tebliğler günlük yaşamı düzenliyor...
Ankara ve çevresinde büyük operasyonlar olabilir...
Cüneyt’le yan yana birer teleksin başındayız.
Evden aceleyle çıkarken gözlüğünü unutmuş,
bu yüzden İstanbul’dan gelen notları
ona okumak zorunda kalıyorum...
Birazdan notları geçmeye başlayacağım,
Çankaya’dan Rüzgârlı’ya gelene kadarki izlenimleri...
Allah hepimize kolaylık versin, güç versin...
Bakalım neler olacak...
Notlarıma başlayacağım..."

Ancak birkaç satır geçebiliyorum.
Teleks susuveriyor, hırıltılı bir sesle.
Mesleğine düşkün gazetecilerin kulağına
nedense pek hoş gelen o teleks
tıkırtıları
kesiliyor ansızın...
Telefona sarılıyoruz.
Onlar da işlemiyor, kesik...
Sanki gazeteciliğimiz bir anda işlevini yitirmişti.
O anı, hiç unutamayacağım,
(rahmetli) Cüneyt’le bir süre öyle bakıştık çaresizlik içinde.
Evet, ne yazık ki "film kopmuştu" artık...
Radyonun başına çöktük.
Saat dörde geliyor.
Önce gecenin sessizliğini delen bir vınlama başlıyor, rahatsız edici...
Tam saat 04.00’te İstiklal Marşı...
Ve arkasından Harbiye Marşı çalıyor...
Mırıldanıyorum kendi kendime:
"Bu işler hep marşla başlar, 27 Mayıs sabahında olduğu gibi..."
Bir film şeridi gibi geçiyor gözümün önünden o sabah.
1960 yılı 27 Mayıs'ı...
On altı yaşındayım.
Ankara’da, Bakanlıklar’da oturuyoruz.
Bir ilkbahar günü sabaha karşı
makineli tüfek sesleriyle uyanmıştık.
Babam,"Pencereye yaklaşmayın, balkona çıkmayın!"
diye bağırıyor.
Makineli tüfek sesleri İçişleri Bakanlığı tarafından geliyor;
taş zeminli büyük tören alanında futbol oynadığımız İçişleri Bakanlığı...
Radyoyu açıyoruz.
Birbiri arkasından çalan marşlar...
En çok da, "Kardeş kardeşi vurur mu?.."
Az sonra bir askerî cip geliyor apartmanın kapısına.
Üst katımızda oturan Samsun DP mebusu Ferit Bey’i
alıp götürüyorlar...
Çocukları, arkadaşım; babalarının arkasından ağlıyorlar.
İçim burkuluyor...
Benim hatıralar o dipsiz kuyudan çıkıp gelirken,
sevgili Cüneyt daktilosunun
başına çökmüş takırdamaya koyulmuş bile...      

Dönemin üst düzey askeri yönetimi Nejat Tümer, Nurettin Ersin, Kenan Evren, Tahsin Sahinkaya ve Sedat Celasun

* * *

Evet, tam kırk yıl geçmiş...
12 Eylül'e dair, askeri darbelere dair kitaptı, yazıydı
o kadar çok yazdım ki,
şimdi bir tane daha yazmak içimden gelmiyor.
Ayrıca, bu memlekette demokrasinin, hukukun,
insan haklarının, özgürlüklerin kolunu kanadı
koparan darbelerden hiç kurtulamadık ki...
Dünkü "askeri darbe"ydi, bugünkü "sivil"...
12 Eylül deyince...
Benim aklıma önce
Diyarbakır ve Mamak askeri cezaevleri gelir.
Bir de idam sehpaları takılır aklıma.
Diyarbakır ve Mamak’ın 1980’lerin ilk yarısındaki
insanlık dışı koşulları, oralarda yapılan işkenceleri
hissetmeye çalışırım.

12 Eylül darbesinden sonra büyük bir işkence merkezine dönüşen Diyarbakır 5 No'lu Cezaevi'nin avlusunda tutuklu ve hükümlüler tek tip kıyafetle "uygun adım" yürütülürken

Ve Felat Bey'i hatırlarım. Bir Diyarbakır gecesinde,
"Genç olsam dağa çıkardım" diye yaşadığı büyük acıları,
işkenceleri bana anlatan rahmetli Felat Cemiloğlu’nu...
1980’in kasım ayında, Mamak’ta dövülerek öldürülen
İlhan Erdost’un ailesinin o geceki perişan hali,
kucağında iki küçük çocuğuyla bir köşede sessizce ağlayan
genç eşi gözümün önünde canlanır.
Rahmetli Uğur Mumcu, İlhan Erdost için yazdığı
ama artık ertesi günü yayımlanamayacak
olan makalesini eşine vermişti.

İlhan Erdost

Yazı çıkamayacaktı, çünkü askeri yönetim
ölüm olayını haberleştirip birinci sayfaya koyabilen tek gazeteyi,
Cumhuriyet’i kapatmıştı.
12 Eylül’ün idamları deyince
aklıma elbette Erdal Eren gelir.
Askeri yönetim tarafından bir hukuk skandalı
sayılabilecek bir dosyayla, üstelik kemik yaşı büyütülerek
17 yaşında ipe çekilen genç insanı
acıyla anımsarım.

Erdal Eren

Ve darbe lideri Orgeneral Kenan Evren’in
televizyondan dinlediğim o tüyler ürpertici sözleri
kulağımı hâlâ tırmalar:

Şimdi ben bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim
ve ondan sonra da idam etmeyeceğim,
ömür boyu ona bakacağım.
Bu vatan için kanını akıtan,
bu Mehmetçiklere silah çeken
o haini ben senelerce besleyeceğim.
 

Kenan Evren'in 7. Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra katıldığı askeri törenden

İdam cezası 20 yıl önce kaldırıldı.
Ama bugün idam sehpalarını tekrar gündeme getiren
bir iktidarın karanlığında yaşıyoruz.
Evet, 12 Eylül'ü şimdi neden bir daha yazayım ki?..
12 Eylül deyince, bir askeri yönetimin
demokrasi ve hukuku, özgürlükleri hiçe sayan
siyasal bir rejimi Türkiye’nin sırtına bir deli gömleği gibi
nasıl zorla geçirdiğini de, "Kürt sorunu"nu
nasıl içinden çıkılmaz hale getirdiğini de hatırlıyorum.
Bu toprakların insanlarını daha iyi yaşatmak için
kalkınmaya seferber edilecek kaynakların
nasıl savaşa yatırıldığını,
bundan kaynaklanan ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın
bu ülkenin ileriye gitmesini nasıl engellediğini de
çok iyi biliyorum.
Kısacası: 12 Eylül, bu topraklarda yaşanan
birçok "kötülüğün anası"dır.
Son bir not:
Bugün yaşadığımız dönem, idamlar dışında,
12 Eylül'den daha az karanlık değil.
Demokrasi, hukuk ve özgürlük sularından
çok uzaklarda seyrediyoruz.

Yazarın Diğer Yazıları

Paris'ten, yaşlı hatıralarla...

Yürüyorum Paris sokaklarında, yoksa gençliğimi mi arıyorum?..

Osman Kavala nasılsın? Hayırlı bayramlar!

31 Mart güzel bir başlangıç, bir umut kapısı aralanıyor; inşallah senin için de adalet ve hukuk kapısı açılır sevgili kardeşim

31 Mart, CHP için bir büyük seçim başarısı ama yetmez!

Bu başarıyı bir adım daha ileriye götürmek şart. Bunun da yolu, "demokrasi için bir büyük uzlaşma"yı gerçekleştirmekten, yepyeni bir anayasal çatı kurmaktan geçiyor