20 Ağustos 2021

28 Şubat günahları...

Aradan çeyrek yüzyıl geçti. Çevik Bir'e, 28 Şubatçı generallere hapis kapısı açılıyor. Adalet sonunda tecelli etmiş mi oluyor? Sanmıyorum. Türkiye bugün demokrasi açısından 28 Şubat'tan daha kötü bir dönemi yaşıyor.

Sağda, 28 Şubat döneminin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı (1932-2020) ve 24 yıl sonra tutuklanan
Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir

Son kitabım "Hayat İşte Böyle
Geçip Gidiyor" adını taşır.
2018 yılı Ocak ayında Everest'ten çıktı.
Kitaptaki 28 Şubat bölümünü
aşağıya alıyorum.
Nedenine gelince...
Aradan çeyrek yüzyıl geçtikten sonra
28 Şubatçı Çevik Bir Paşa'ya,
bazı emekli generallere, subaylara
şu günlerde hapishane kapıları açılıyor.
Bunca yıl sonra adalet tecelli
etmiş mi oluyor?
Sanmıyorum.
Bu kadar gecikmiş adalet
adalet olmaktan çok uzaktır.
İkinci olarak şunun altını çiziyorum:
Türkiye bugün demokrasi ve hukuk açısından
28 Şubat'tan daha kötü bir dönemi yaşıyor.
Kitabımın, 28 Şubat post-modern
darbe günahları başlığını
taşıyan bölümünü köşeme alıyorum.

İstanbul, 20 Mayıs 2017
28 Şubat post-modern darbe...
1996, 1997, 1998 yılları...
Askerin siyasete bir müdahalesi daha...
Ne miydi 28 Şubat?
12 Eylül darbesinin lideri ve
eski Cumhurbaşkanı Evren 1994’te
çıktığı bir televizyon programında (17 Ocak 1994, Çapraz Ateş)
şöyle demişti:

Biz İsveç, Norveç, Hollanda değiliz.
Halkımızın kültür mertebesi
onların seviyesine henüz gelmedi.
Daha zamana ihtiyacımız var.

28 Şubat da bu görüşün ürünüdür.
Bu darbeci zihniyet,
demokrasi açısından Türkiye’ye benim de
bir ömür boyu tanıklık ettiğim bir geçiş dönemi yaşattı.
Yaşattı da ne oldu?
İrtica bitti mi?
Bölücülük bitti mi?
Hayır, tam tersi yaşandı.
Askerdeki bu darbeci zihniyetin
korkuları yıllar geçtikçe daha beter gerçek oldu.
İrtica da,
bölücülük de güçlendi.
28 Şubat’la askerin irtica dediği siyasal hareket,
örgütlü bir biçimde AKP adını alarak
seçim sandığından çıktı ve devletin tepesine oturdu.
Türkiye bir uçtan öbürüne,
askerî vesayetten sivil vesayete doğru,
Batı’dan Doğu’ya doğru savrulmaya başladı.
Bu duruma en başta askerî darbeler yol açtı.
Çünkü askerin sürekli siyasete karışması,
taşların yerli yerine oturmasını engelledi.
Yüzmenin ancak denize girerek öğrenileceği
gerçeği gözardı edilerek Türkiye’ye yaşatılan bu süreçte,
demokrasi ve hukukun üstünlüğü,
özgürlük ve insan hakları ertelendi durdu.
Türkiye siyasetinin bu sancılı
28 Şubat dönemini bir gazeteci olarak yakından izledim.
Ve bu dönemdeki tavrım dolayısıyla eleştirildiğim de oldu.

28 Şubat tutuklamalarının gerekçeleri arasında yer verilen
                15 tank ve 20 zırhlı araçlık konvoy, Sincan'dan 4 Şubat 1997'de geçirilmişti                         

Neydi 28 Şubat, sorusunun karşılığını
aşağıdaki yirmi noktada toplayabilirim:

1. Hiç kuşkusuz askerî bir darbeydi 28 Şubat.
Açık darbe olmasa da,
post-modern diye nitelense de,
yargı ve medya işbirliği içinde yapılan
asker müdahalesinin darbeci özü değişmez.
2. Kâğıt üstünde her şey kılıfına uygundu,
yani “anayasal”dı. Atılan imzalarda,
alınan karar ve uygulamalarda
anayasal ve yasal açılardan kâğıt üstünde bir yamukluk yoktu.
3. Asker kışladan çıkmamıştı ama,
eğer tankıyla topuyla geliyorum demeseydi,
Erbakan-Çiller koalisyonunu kimse yerinden oynatamazdı.
4. Asker, siyaset kurumunun önemli bir kısmını,
büyük iş dünyasını, yargıyı, üniversiteyi,
sendikaları, özellikle büyük medyayı yanına alarak
hükümete karşı son derece yaygın bir
psikolojik savaş başlatmış ve kamuoyunda etkili olmuş,
darbe geliyor havası yaratmıştı.
5. Askerin hedefi,
irtica bahanesiyle Erbakan-Çiller hükümetini devirmek
ve 1980’de 12 Eylül darbesiyle ele geçirdiği
mevzileri biraz daha güçlendirmekti.
Rejime dönük “kırmızı çizgileri”ni derinleştirmek,
askerî vesayetini daha görünür kılarak
sivil siyasetin alanını daraltmaktı.

28 Haziran 1996'da Tansu Çiller liderliğindeki DYP ile Necmettin Erbakan liderliğindeki RP ortaklığıyla kurulan 54. Hükümet, 28 Şubat 1997'deki MGK toplantısındaki kararların ardından Erbakan'ın 18 Haziran 1997'de istifasıyla son buldu

6. Askerin Türkiye’ye 1990’lardaki özet bakışı şöyleydi:
Avrupa Birliği’ndeki gibi “birinci sınıf demokrasi” bize fazladır,
yaramaz; çünkü “bölücülük”le “irtica”nın elini güçlendirir;
bu nedenle Demokles’in kılıcı gibi rejimin üstünde
“kurtarıcı” olarak sallanmaya, “devlet içindeki devlet”
konumumu asker olarak korumaya devam ederim.
7. Askerin 28 Şubat’taki bu politika oyunu yeni değildi.
Kökleri Cumhuriyet’in kuruluşuna,
hatta Osmanlı’ya,
İttihat ve Terakki’ye gidiyordu.
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül gibi daha önceki darbelerin bir uzantısıydı.
8. Bu niteliğiyle de 28 Şubat demokrasiye,
hukukun üstünlüğüne darbeydi.
Asker, siyasete birçok bakımdan
karıştığı için yasaları çiğnemişti.
Bunun başını çeken asker kişilerden
hesap sorulması, demokratik hukuk devletinin bir gereğiydi.
9. 12 Eylül’deki gibi açık bir darbeye
dönüşebilir miydi 28 Şubat?
Bu ihtimal ciddiydi. 28 Şubatçılar içinde,
Türkiye’de açık bir darbeyle demokrasinin
tamamen askıya alınmasını
ve yeni bir “mıntıka temizliği” yapılmasını isteyen odaklar vardı.
10. Bu odakların varlığı,
28 Şubat sonrasında 2000’lerin başından itibaren
önce Sarıkız, Ayışığı gibi darbe tertiplerinde ortaya çıkmış,
Ergenekon ve Balyoz’a kadar uzanmış, devam etmişti.
11. Ama askerî odaklar 28 Şubat’ı
açık bir darbeye dönüştüremediler.
Bunda hem zamanın Cumhurbaşkanı Demirel’in,
hem Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın rolü oldu.


12. Demirel’in 28 Şubat dönemindeki bir
oyun içinde oyun”undan da söz edilebilir.
Bir yandan askerin açık darbesini önlemek için
Erbakan-Çiller koalisyonunun
Meclis’te bir an önce düşürülmesinin peşindeydi.
Ama aynı zamanda, asker ve büyük medyanın desteğiyle
Fransa’dakine benzer bir yarı başkanlık sistemine geçip
Çankaya yıllarını uzatabilir miyim sorusu, sanıyorum,
Cumhurbaşkanı Demirel’in zihnini meşgul ediyordu.
13. Yine 28 Şubat döneminde büyük medya,
büyük iş dünyası, üniversite, yargı, sendikalar
ve siyaset kurumunun önemli bir bölümü
demokrasi ve hukuk devleti açısından
kötü sınav verdiler askerle işbirliği yaparak.
14. Müslüman olduğu için,
dindar olduğu için,
başörtülü olduğu için insanlara eziyet edildi
28 Şubat döneminde.
Fişlemelerle, üniversite kapılarındaki “ikna odaları”yla
hukuk ve insan hakları ayaklar altına alındı.
15. Erbakan Hoca ve kurmaylarıyla,
Refah Partisi’nin önde gelen kadroları
arasında askeri kışkırtan,
28 Şubatçıların değirmenine su taşıyan,
hatta provokasyon niteliği taşıyan
birçok yanlış iş de yapıldı.

1996'da REFAHYOL koalisyonuyla kurduğu hükümetten bir yıl sonra istifa etmek durumunda kalan dönemin Başbakanı Erbakan ile Genelkurmay Başkanı Karadayı

16. Kanlı mı olacak kansız mı,
şeriat gelecek fıstık gibi olacak,
referansım İslam’dır gibi söylemler
ve bunlara benzer birçok çıkış ve eylemler,
post-modern darbeye giden yolları açmış,
Refah Partisi’nin kapatılmasını getirmiş
ya da örneğin Tayyip Erdoğan’ın
Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan düşürülmesine,
hapse girip siyasetten men edilmesine neden olmuştu.
Demokrasiyi çiğneyen bir post-modern darbe olarak
28 Şubat’ı mercek altına alırken
bu pencereden de bakmak gerekir.
17. Erbakan Hoca ve kurmayları
28 Şubat’a karşı direnmediler,
geçmişte askerî darbe yiyen
tüm siyasetçilerden farklı davranmadılar,
boyun eğdiler. Ayrıca, 28 Şubat konusunda
kendilerini demokrasi penceresinden bakarak
bir özeleştiri süzgecinden de geçirmediler.
18. 28 Şubat’ın belki de en önemli sonucu,
AKP’nin siyaset sahnesinde doğuşu oldu.
Tayyip Erdoğan, Erbakan Hoca’nın
Milli Görüş gömleğini sırtlarından çıkardıklarını söyledi
ve herhalde “Müslüman Demokratlık” bizim ülkede
yanlış anlaşılacağı için AKP’liler kendilerini
“Muhafazakâr Demokrat” ilan ettiler.


19. Erdoğan ve partisi önce
“askerî vesayet”in geriletilmesinde,
etkisizleştirilmesinde önemli adımlar attı.
Ancak bu süreç zamanla tersine dönmeye başladı,
demokrasi, hukuk ve özgürlük yolundan saptı.
Askerin darbesi gibi, askerin vesayeti gibi,
sivilin de vesayet ve darbesi
olabileceği durağına getirip bıraktı Türkiye’yi.
20.
Peki Hasan Cemal,
sen 28 Şubat’ın neresindeydin?
Bu sorunun epeyce renkli karşılığını,
özeleştiri niteliği de taşıyan satırlarımla birlikte,
28 Şubat’ı da anlattığım ve
2010’da çıkan Ey Asker Siyasete Karışma,
Türkiye’nin Asker Sorunu isimli kitabımın
185-377’nci sayfaları arasında yer alır.
Kendime bir soru:
28 Şubat’ın yanında mı yer aldım?
Hayır, 28 Şubat’ı baştan itibaren
eleştiren çok yazım vardır.
Peki, 28 Şubat’ın karşısına
amasız mı, fakatsız mı karşı çıktım?
Bu soruya kesin dille “evet” diyemiyorum.
Yazılarımda odak kaymaları vardır, yanlışlar vardır.
Bu açıdan bana dönük bazı eleştirilerde,
evet, abartmamak kaydıyla,
bir ölçüde haklılık payı vardır.
Ama bundan yola çıkarak,
“Hasan Cemal 28 Şubat’tan yanaydı” diyen bazı eleştirileri
dün de kesinlikle reddettim,
bugün de reddediyorum.
28 Şubat döneminde benim içimi en çok acıtan,
Genelkurmay Andıcı dolayısıyla yaşadıklarımdır.
Askerin bu yalan belgesi,
bu rezil dezenformasyonuyla karalanan arkadaşlarımın
yanında gerektiği gibi duramayışım,
hemen o tarihte yazılarımla onlara
destek çıkamayışım beni yaralamıştır.
Andıç olayı şuydu:
1998 yılı Nisan ayında PKK’nın önde gelen
liderlerinden Şemdin Sakık Irak Kürdistanı’nda yakalanır,
Türkiye’ye getirilir. Genelkurmay’da onun ağzından
düzenlenen sahte bir belgede, bir andıçta Öcalan’ın,
aralarında yakın arkadaşlarım Mehmet Ali Birand’ın,
Cengiz Çandar’ın, Ahmet Altan’ın, Mehmet Altan’ın
bulunduğu bazı yazar ve gazetecilere
para verdiği yalanı yazılır, Hürriyet’e
ve benim de yazdığım Sabah gazetesine
servis edilir, manşetlerde patlar.
Sabah gazetesi, Mehmet Ali Birand’ın işine son verir.
Cengiz Çandar’ın köşesi bir süreliğine kapatılır.
Sevgili Cengo, köşesine Octavio Paz’ın
Yalnızlığın Labirenti isimli başyapıtından şu alıntıyı koyar:

         Hakim olan estetik, manevi ve
         siyasi düşüncelerden
         koptum ve derhal dogmalarıyla
         önyargılardan pek emin olan çok kişi
         tarafından saldırıya uğradım.
         Bütün bu kavgaların hayırlı olduğu kanısındayım.
         Eğer bir yazar kabul görürse,
         çok yakında reddedilecek
         ya da unutulacak demektir.
         Sorun yaratan bir yazar olmak 
         için yola çıkmamıştım,
         ama eğer öyle olmuşsam,
         tümüyle tövbe etmez biriyim.

Günlüğümde, 25 Nisan 1998 tarihli şu not vardır:

       Mehmet Ali’yle Cengiz’le konuştum.
       Birand, Genelkurmay İkinci Başkanı
       Orgeneral Çevik Bir’i suçladı.
       “Kalbim rahat,” dedi. Olacak şey değil.
       İnanmıyorum, Ama anlaşılan o ki,
       bu konuyu yazamayacağım Sabah’ta...

28 Şubat döneminde andıç
dolayısıyla yaşadığım vicdan azabını
hafifletmek için sonraki yıllarda
Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar'dan
iki kitabıma andıcı anlatan yazılar istemiştim.
Birand’ın andıç açıklaması 2003 yılı Nisan ayında
çıkan Kürtler isimli kitabımın
435-438’inci sayfaları arasında yer alır.
Cengiz Çandar’ın 28 Şubat ve
Andıç başlıklı yazısı ise, 2010’da yayınlanan
Türkiye’nin Asker Sorunu adını taşıyan kitabımın
292-303’üncü sayfaları arasındadır.




Yazarın Diğer Yazıları

Taksim Meydanı 1 Mayıs'lara açılmadıkça, cezaevleri boşalmadıkça...

Bu ülkede demokrasiden, hukuk ve adaletten, özgürlükten söz edilemez

Ermeni kardeşlerimin 24 Nisan soykırım acısını, Hrant Dink'in "23,5 Nisan" yazısıyla paylaşıyorum

"Kim nasıl anlayabilir bunu bilemiyorum ama hem Ermeni olmak, hem Türkiyeli; hem 23 Nisan'ı yaşamak bütün coşkusuyla ve ertesi günün bir parçası olmak bütün hüznüyle..."

Ortadoğu cehennemine Gazze'ye BARIŞ gelecek mi?

İsrail, İran ve Filistin'de iktidarlar değişmedikçe, Batı'nın İsrail'e kayıtsız şartsız desteği son bulmadıkça, Hamas şiddet ve terörden vazgeçmedikçe Ortadoğu'da barış kapısı açılmaz!