Necdet Hoca bunun yanlış olduğunu, “zeval” kelimesinin aslında tepe noktası yani bir tür zirve anlamına geldiğini aktarmıştı. Kelime, güneşin en tepede olduğu noktayı belirtiyordu.
Yani biz aslında “Allah devlete zirve vermesin” diyorduk. Ne acayip değil mi?
Sebebi de şuydu: Zirve vermesin ki, devlet hep yükselişini sürdürsün. Zirveden sonrası düşüştür. Devlet düşüşe geçmeden yükselip dursun.
Şimdilerde iktidar medyasında özellikle birkaç isim durmadan devletin ne kadar güçlü olduğunu anlatıyor bizlere.
Durmadan benzer şeyleri dinliyoruz onlardan: Devlet çok güçlü. Bu tür sokak eylemlerinden etkilenmez. Olan size olur.
Peki, güçlü devlet ne demek?
Yani bir devlet ne yaparsa güçlenir, ne yaparsa gücünü yitirir?
Bu konuda kafa yoran epey isim oldu aslında dünya tarihinde. Rousseau’dan tutalım Montesquieu’ye devlet felsefesi tartışanların listesi oldukça uzun.
Lakin gelin daha yakın tarihlilere ve özellikle bu “güç” meselesi üzerine kalem oynatanlara kabaca bakalım.
Robert Dahl diye bir siyaset bilimci ve onun “poliarşi” kavramı var mesela…
Oligarşi ve monarşiye karşı poliarşi… Yani çoğunluğun yönetimi…
Diyor ki Dahl, demokrasi klasik anlamıyla bir şey ifade etmez. Orası seçimle varılan bir yer değildir. Kimsenin ulaşamadığı bir hedeftir demokrasi.
Aslında demokrasi yoktur bu anlamda, demokratikleşme çabası vardır.
Demokratikleşme de devam eden bir süreç olmalıdır, “tamam demokratikleştik artık” deyip vardığınız bir yer değildir, bir devinimdir.
Devletler kırılganlıklarını azaltmak ve içeride veya dışarıda yaşadıkları krizleri atlatmak için ne kadar geniş bir temsiliyetle yönetilirlerse o kadar güçlü olurlar.
Amaç da tam olarak bu temsiliyeti sürekli artırmaya çabalamaktır.
Üstelik poliarşinin doğru işlemesi için sadece kurumların varlığı ve fonksiyonel çalışması da yetmez, farklı toplumsal grupların oluşumuna ve onların örgütlenmelerine alan tanınması da gerekir.
Geçelim…
Meşhur Samuel Huntington vardır. Hani faşizme göz kırpan dünya görüşleri ve “Medeniyetler Çatışması” kitabıyla 2000’lerin başında sıkça tartışılan siyasal bilimci…
Huntington her ne kadar bu dünyadan göçmeden önce Doğu’ya demokrasinin “yakışmadığına” dair abuk fikirleriyle tanınmış olsa da genç yaşlarında daha aklı başında işler üretmiş biri.
1968’da yayımlanan “Değişen toplumlarda siyasal düzen/Political order in changing societies” çalışmasında ekonomik gelişmeye ve siyasal katılımın artışına kurumların gelişmesinin eşlik etmemesi halinde bir devletin yeterince “güçlü” olamayacağını savunmuştu.
Yani diyordu ki: Seçim sisteminiz sağlıklı olacak; bürokrasiniz hür iradesiyle karar alabilecek; yargınız siyasetten bağımsız bir şekilde çalışacak.
Ancak bu şekilde güçlü bir devlet ve güçlü bir demokrasiniz olabilir.
Bu isimlerin yanına Lipset, Diamond ve Fukuyama gibi isimlerin teorilerini de koyabiliriz.
Hepsinde aşağı yukarı aynı şeyleri görürüz.
Ama gelin çok daha yakın tarihten ve içimizden birinin Nobel’e layık görülmüş fikirlerine bakalım.
Evet, Daron Acemoğlu’ndan bahsediyorum.
Acemoğlu, James Robinson’la birlikte kaleme aldıkları ve kendilerine Nobel Ödülü getiren “Ulusların Düşüşü” çalışmasında kurumların kapsayıcı, yani hakları koruyan bir nitelikte olmaması durumunda çöküşün kaçınılmaz olacağını anlatıyordu.
Buna göre formül basitti: Ekonominiz kapsayıcı olacak, malı mülkü koruyacak, kimse kimsenin malına çökmeyecek. Bununla birlikte siyasi kurumlarınız da kapsayıcı olacak, güçler ayrılığı prensibinde ekonomik düzeni koruyacak. Ayrıca hesap verebilir olacak.
Kitapta bunu yapmayan ülkelerin eninde sonunda güçsüz düşerek çökecekleri somut örneklerle de anlatılıyor.
Evet, bu kadar akademik bilgi yeter.
Artık bir devletin ne yaparak ve nasıl güçlü olabileceğine dair bir fikrimiz oluşmuştur sanırım.
Türkiye’nin artık çok güçlü bir devlet olduğunu söyleyen arkadaşlar yukarıdaki saptamaların neresinde durduğumuzu da izah ederlerse seviniriz.
Bırakalım yahu siyaset biliminin saptamalarını… İnsandan hareket edelim.
Güç özgüven demektir. Rahatlık demektir. Tevazu demektir.
Öyle değil mi?
Güçlü devlet deyince benim gözümün önüne vatandaşın bir günlük boykot eylemine adeta seferberlik ilan ederek cevap veren bir devlet gelmiyor.
Güçlü devlet deyince bir günlük boykottan çekinip koşa koşa kuruyemişçiye, markete gidip alışveriş yapan bakanları hayal etmiyorum.
Güçlü devlet deyince anladığım şey dizi oyuncularını bir gıdım muhalefetleri sebebiyle işlerinden eden bir organizasyon değil.
Çocukken babaannem “Canım sıkıldı” dediğimde “Sıkı can iyidir, kolay çıkmaz” diye cevap verirdi.
Güçlü devlet de iyidir arkadaşlar. Kolay yıkılmaz. Yıkılma korkusu yaşamaz.
Özgüvenli olur güçlü devlet. Merhametli olur. Kendine muhalefet edeni de sever, korur, kollar.
Allah devletimize sahiden zeval vermesin.
Ve kendini zevale ermiş sananlar da bilsin ki, bir şeyler değişmezse bundan sonrası düşüş.
İyi haftalar.
Eray Özer kimdir?
Eray Özer ODTÜ'de psikoloji okudu, sosyoloji hatmetti. Akabinde Bilgi Üniversitesi'nde yüksek lisans, Anadolu Üniversitesi'nde ise tez aşamasına takılan bir doktora ile akademik hayattan bir türlü elini eteğini çekemedi. Hatta iki yıl boyunca Kadir Has Üniversitesi'nde sosyoloji dersleri verdi.
Meslek hayatına Radikal Gazetesi'nde başladı, kısa süreli televizyon haberciliği deneyiminin ardından Doğuş Dergi Grubu'nda devam etti.
Son olarak ise Cumhuriyet hafta sonu eki Sokak'ı çıkaran ekipte yer aldı. Radikal, Birgün, Cumhuriyet ve Diken'de yazdı.
Yaklaşık dört sezondur devam eden bir podcast içeriği hazırlıyor. Buzdolabının tarihinden Yapay Zekâ'ya, Roman halkının hikâyesinden Kayıp Kıta Mu'ya birbirinden farklı konular hakkında hiç bilinmeyenlerin anlatıldığı "Yeni Haller" ismindeki podcast yayınına Spotify'dan veya tüm podcast uygulamalarından ulaşabilirsiniz.
|