02 Ağustos 2020

Bruno Dey davası

Sanırım, bir insana verilecek en büyük ödül ile bir faşiste verilebilecek en büyük ceza aynı: Yaptıklarıyla yüzleşecek kadar sağlıklı ve uzun yaşamaları

Uzun yaşamak isteriz.

Şöyle ihtiyarlamadan ve yalnız kalmadan geçirilecek emeklilik günleri vardır aklımızın bir yerinde, bahçe içinde bir ev belki, muhtaç olmadan yaşamaya yetecek kadar para, sağlıklı, huzurlu, mutlu çocuklar ve koşuşturan torunlarla beraber cıvıl cıvıl bir son.

Hastalanmadan, çekmeden, çektirmeden bir şalter indirilişiyle ansızın gelen ölüm.

Ama bazen birinin en büyük cezası, bizzat hayatın ona sunduğu bu eşsiz imkân olur.

Uzun bir hayat, gecikmiş bir ölüm ve takip eden bir geçmiş demektir.

Bir kertenkele ne zaman isterse kuyruğunu koparıp atar ama insanın geçmişiyle ilişkisi böyle değil, ne değiştirmek ne de düzeltmek mümkün.

Bruno Dey, duruşma sırasında

"Auschwitz muhasebecisi" olarak bilinen Oskar Gröning, bu uzun yaşamın bedelini ödeyenlerden biriydi.

Doksan üç yaşındaydı yargı karşısına çıktığında, yetmiş sene önce Auschwitz’de yaşanan mezalim için suçlanıyordu.

Gröning davasının belgeselinde görüşüne başvurulan Princeton, Peter Singer üstünde hayli düşünülmesi gereken bir soru soruyordu: "Doksan üç yaşındaki bir adamı, yirmi üçünde işlediği bir suç yüzünden cezalandırdığınızda suçu işleyen kişiyi mi cezalandırmış oluyorsunuz?"

Gröning, Hitler Gençliği büyüsüne kapılmış bir Naziydi, biraz büyüdüğünde Auschwitz’e getirilenlerin değerli eşyalarını "artık onlara ihtiyaçları yok," diyerek ellerinden alacak kadar acımasız bir muhasebe uzmanı oldu.

2015’teki bu davanın en etkileyici kişisi ise sanık Gröning değil, Eva Mozes Kor’du.

Kor, sadece Auschwitz’e gönderilmekle kalmamış, Mengele onu ikiziyle beraber deneylerinde de kullanmıştı.

Ama o dava esnasında hiç beklenmeyen bir şey yapıp bütün Naziler gibi Oskar Gröning’i de affettiğini söylemiş, hatta kalkıp onun boynuna sarılmıştı.

Daha sonra, "Bir düşmanı yenmenin en iyi yolu, onu arkadaş yapmaktır," dedi Eva Mozer Kor: "Bana kalırsa, Oskar Gröning’i arkadaşım yaparak yendim."

Oskar Gröning

Beş sene sonra, yeni bir dava sonuçlandı.

Tesadüfen yine doksan üç yaşındaki eski bir Nazi muhafızı suçlu bulundu.

Bruno Dey, Gdansk yakılanlarındaki Stutthof Toplama Kampı'ndaki 5 bin 230 cinayetten hüküm giydi.

Ama bu çok benzer iki dava arasındaki büyük bir fark var.

Gröning, yirmi üç yaşındaydı; oysa Bruno Dey, bu suçlara ortak olduğu dönemde -1944 ağustosu ile 1945 nisanı- henüz reşit değil, on yedi yaşında bir delikanlıydı.

Doksan üçlük Dey, suçları işlediği zaman göz önüne alındığı için "çocuk mahkemesinde" yargılandı.

Şimdi, Gröning davasında sorulan birkaç soruyu Brunı Dey davasına da taşıyabiliriz.

On yedi yaşındaki biri ile doksan üç yaşındaki biri aynı insan mıdır?

Yani, doksan üç yaşındaki birine ceza verdiğimizde, "suça karşılık ceza" vermiş oluyor muyuz?

On yedi yaşının ateşiyle onu Naziliğe iten şartlar tamamen ortadan kalkmış ve değişmişse, aradan geçen yetmiş beş sene bu kişinin suçunu hafifletir mi?

New York Times’ın haberinde, Bruno Dey’e iki sene ceza verildiğini ama cezanın ertelendiğini okudum.

Dey, gönüllü olmadığını ve orada çalışmaya mecbur bırakıldığını söylüyor.

"Siz kendinizi sadece bir müşahit olarak görmeye devam ediyorsunuz," diyor mahkeme başkanı Anne Meier-Göring, "ama bu insan yapımı cehenneme omuz verenlerden birisiniz."

Bruno Dey, silahını kullanmamış hiç ama bir muhafız olarak kimsenin kaçmasına izin de vermemiş.

Uluslararası Auschwitz Komitesi’nden Christoph Heubner ise Bruno Dey’e verilen cezayı yeterli bulmamış.

Kulenin tepesinde oturup yaşanan her şeyi gördüğü halde tepki vermemekle ve aradan geçen yetmiş beş sene boyunca bildiklerini kendine saklamakla suçluyor.

Bruno Dey, mahkemede özür dilerken, "bu cinnet cehenneminin" bir daha asla tekrarlanması gerektiğini söylemiş:

"Gördüğüm sefalet ve korkunçluk, bütün hayatım boyunca yakamı bırakmadı."

Bunları ceza almaktan korktuğu için mi söyledi yoksa artık tekamül etmiş bir insan olarak olgunlaştığı için mi?

Bruno Dey’in avukatı Stefan Waterkamp, on yedi yaşında bir çocuğun mecbur bırakıldığı böyle bir görevden, üstelik herhangi bir karşı koyuşun büyük riskler içerdiği bir durumda, nasıl kaçabileceğini soruyor mahkemeye.

Ama Heubner’ın sorusu da hâlâ yanıt arıyor: Peki, bunca sene neden sustun?

Hatırlamak, insanı paslı borularla döşenmiş, dikenli, pis bir yolculuğa davet eder.

Stutthof kampından geri kalanlar

Acaba bu yolculukta küçük adımlar atmayı deneyip, pisliğin boyunu görünce yüzleşmekten korkup kaçtı mı?

Belki de o "cinnet cehenneminin" koşulları içinde, tıpkı Oskar Gröning gibi, yapılanların haklı ve meşru olduğunu düşünüyordu.

Tarihlere bakarsak, Bruno Dey, savaşın bitimine çok yakın günlerde gönderilmiş Stutthof’a.

Onun göreve başladığı 1944 ağustosunda savaşın ne olacağını çoktan belli olmuş, Nazi Almanyasının önünde hiçbir gelecek ihtimali kalmamıştı.

Bundan haberdar mıydı peki Bruno Dey?

En son kurtarılanlarından biri olan Stutthof’ta gaz odaları diğer kamplardan çok daha geç bir tarihte, 1944’te, kurulmuş.

O çığlıkları duymuş Bruno Dey, ama kulağının üstüne yatmış.

Yapılanları görmüş, görmezden gelmiş.

Belki bir bölümüne bizzat iştirak etti, bilmiyoruz.

Ama yeni mahkûmları getiren tren durduysa kampın önünde, kulesinden onu ilk görenlerden biriydi muhtemelen.

Ne hissetti acaba?

"Rampaya" çıktı mı?

Yoksa kâbuslar mı gördü geceleri, eşi menendi görülmemiş bir kıyımın parçası olmaktan, kolundaki kırmızılı-siyahlı gamalı haçtan, üniformasından, silahından utanıp, bütün bedelleri ödemeyi göze alıp, defalarca karar verip, planlar yapıp, sonra korkup hepsinden vaz mı geçti?

Yeniden o günlere dönmemek için mi sustu?

Suçlu olduğu için mi?

Yaptıklarını bilen bir başkası çıkıp "hakikati" anlatmasın diye mi?

Bir "sükût anlaşması" mı yaptılar?

"Unutmak unutmak unutmak" çabasına mı girdi?

Eva Mozer Kor kadar "azize gönüllü" olamıyorum.

Bruno Dey’in yaşı kaç olursa olsun yargılanmış olması beni memnun ediyor.

Ama tam o noktada bir kılçık batıyor boğazıma, "yetmiş beş sene sonra" diyorum, "on yedi yaşındaymış" diyorum, "çocuk mahkemesine tekerlekli sandalyede getirildi," diyorum…

En nihayetinde, "ak saçlı" bir ihtiyarı yargılıyoruz.

Nazi olan bu karşımızdaki bitik adam değildi.

Ama karşımızdaki adam da bir zamanlar Naziydi.

Doksan üç yaşındaki biri hapse atılsın istemiyorum; öte yandan, bir Nazi yaptıklarının cezasını ödemeden bu hayattan ayrılsın da istemiyorum.

Uzun yaşamak isteriz.

Ama bazen o uzun ömrün her senesi, içinde çıkamadığımız bir hapisanenin parmaklıklarına dönüşür.

Sanırım, bir insana verilecek en büyük ödül ile bir faşiste verilebilecek en büyük ceza aynı: Yaptıklarıyla yüzleşecek kadar sağlıklı ve uzun yaşamaları.

Yazarın Diğer Yazıları

Geleceğin hikâyesi

Çıktığı günlerde oksimoron olmakla itham edilen, "kuru buz", "köşeli daire" gibi örneklerle eleştirilen bu "Sol Liberal" tavrın, geleceği anlamak için çok önemli olduğunu düşünüyorum

Gece prensesleri ve milliyetçilik

Ateşkes, arabuluculuk, diyalog, diplomasi, konuşma gibi terimlere yer yok artık, varsa yoksa kırmızı ışık analojisi, yeter ki arkadan çarpmasınlar…

Öteki İstanbul: Mülteciler, göçmenler, esnaf, ekonomi

Gürsel Tekin ile "Öteki İstanbul" sokaklarında seçim, mülteciler, ekonomi ve HDP'ye yönelik baskı hakkında sohbet