14 Kasım 2020

Çifte pasaportla İsrail sınır kapısında

Çifte pasaport taşımanın, yani bir çifte vatandaş olmanın hiç hesapta olmayan sorunlarını yeniden yaşayacağım. Olanca sevimliliğimi takındım. "Hay Allah, nasıl da unuttum" gibi pişkince gülerek bu kez içinde Irak vizesi, giriş çıkış damgaları bulunan TC pasaportumu çıkarıp uzattım

Geçen haftaki "mavra" yazısında kaldığımız yerden devam edelim. Hani biri Alman, öteki TC pasaportu olmak üzere çifte pasaport taşıdığım için casus sanılıp Ürdün’den Irak’a girerken az daha kodesi boylayacağım günden sonrasının mavrasına…

Buyrun.

* * *

Bağdat’ta Harun el Reşit oteline yerleştim. Zaten başka otele izin yok. Saddam iktidarı bütün gazetecileri tek otelde toplamayı uygun görmüş, gerekli bulmuş.

ABD uçaklarının askeri hedefleri ve BAAS partisi merkezlerini sık sık bombaladığı günlerdi. Oteldeki gazeteciler durumu "Birbuçukuncu Körfez Savaşı" olarak tanımlıyorlar. Bombalardan ve Saddam’ın yasaklarından fırsat buldukça mesleğimizi yapıyoruz. Ancak Bağdat’ta ikinci haftam doldu, üçüncü başlıyor. Yani benim mecburi dönüş günüm geldi çattı. Mecburi, çünkü yoksul Cumhuriyet gazetesinin cimri muhasebe şefi Bülent Yener’in yola çıkarken cebime koyduğu 2 bin dolardan otel ve Amman’a dönüş parasını ayırınca kalan ile artık sadece Amman havalimanında bir kahve içebilirim.

Saddam iktidarının kıdemli Dışişleri Bakanı, Iraklı bir hristiyan olan Tarık Aziz’in merakla beklediğimiz basın toplantısına katılıp ertesi gün Bağdat’a veda edeceğim.

Basın toplantısında söylenenleri, sorulara verilen cevapları boşverin. Sade suya tirit açıklamalardı ve gazetecilerin soruları da laf kalabalığı ile geçiştiriliyordu.

Tam eski Bağdat’ı dolaşıp tarihi "Hırsızlar Pazarı"nı bir kez daha gezmek; Dicle kıyısına inip Ramazan ayına rağmen gizlice Arak (hurma rakısı) veren kıyı meyhanesinde kafayı çekip Bağdat’a veda etmek varken ne halt etmeye bu mavalları dinliyoruz diye çaktırmadan homurdanıyordum ki…

Ki mucize bir kez daha kapımı çaldı. Tarık Aziz müjdeyi verdi:

- Saddam beni, sizlere duyurmakla görevlendirdi. Hepiniz Irak devletinin misafirlerisiniz. Otel de bizim sizler için ayırdığımız misafirhanedir. Bugüne kadarki ve bundan sonraki otel giderleriniz…

Cümlenin sonunu beklemedik; dünyanın dört bir yanından gelmiş ve ateş pahası Bağdat’ta paralarını hesaplı harcamak zorunda kalan kadınlı erkekli gazeteci tayfası alkışı bastırdık.

En çok da ben alkışladım…

Boru mu, cebimde 1.650 dolar kaldı. Ye ye bitmez.

* * *

Ertesi sabah erkenden Ürdün’e doğru yola çıktım. Yolda karar verdim. Türk Hava Yolları'nda Amman- İstanbul biletimi Tel Aviv – İstanbul olarak değiştirecek ve ardından da hep görmek istediğim İsrail’de kendime bir hafta "turistik tatil" armağan edeceğim.

Bilet işi kolay halloldu. Ardından Amman’da gecelediğim otelin resepsiyonunda görevli kömür gözlü bir genç kadının yardımı ile beni Amman’dan İsrail’e götürecek bir "kaçak taksi" ile 110 dolara anlaştım.

Sabahleyin şoför Jabbar’ın müzelik mercedesine atlayıp egzozdan dumanlar savurarak yola çıktık.

Ver elini Israil.

General Allenby Köprüsü’nden Şeria ırmağını aştık. Ürdün sınır kapısına ulaştık. Kırık camları, dökülmüş sıvaları, leş gibi sigara kokan salonunda Jabbar’la vedalaşıp, Ürdün’e giriş vizem bulunan Alman pasaportuma çıkış damgasını vurdurup, çıkışın hemen ağzında bekleyen Israil’e ait olduğu üstündeki İbranice yazılardan belli midibüse bindim.

Tampon bölgede yola çıktı. Tempon bölge ama yol tümüyle İsrail’in kontrolünde. Dar bir toprak yolda uzun süre ilerledik ve sonunda bakımlı, tertemiz, çok düzenli bir binanın önünde durduk. İsrail’in giriş kapısındayız.

Pasaport kuyruğuna girdik. Benden epey geride Avrupalı oldukları belli olan genç bir çifti saymazsanız, kuyruktakilerin tümü Arap. Önümde üç Filistinli Arap; ardımda Ürdünlü bir Arap.

Kuyruk çok ağır yürüyor. Ama sonunda sıra bana geldi. Camlı bölmenin önüne geldim. Güzel, ama sahiden çok güzel, esmer bir Yahudi kızı gülümsedi. Gamzeleri belirginleşti, daha da güzelleşti. Anlaşılan kıza fazla dalmışım ki uyarı geldi:

- Passport pleaese…

Alman pasaportumu uzattım. Uzun uzun inceledi ve sordu:

- Nereden geliyorsunuz?

- Ürdün’den…

Güldü:

- Bu sınır geçişine zaten başka yerden gelinmez.. Ürdün’e nereden geldiniz?

- Dedim ya Ürdün’den. Amman’dan yani…

Hiç de hoş ve dostça olmayan bir bakış fırlattı:

- On yedi gün önce Amman’a gelmişsiniz. Aynı gün çıkmışsınız. Nereye?

- Haaa, evet, Irak’a geçtim. Bağdat’a gittim.

Bakışlar daha da sertleşti:

- Burada Irak giriş damganız ve Irak vizesi hiç yok. Açıklayın ve lütfen doğruyu söyleyin…

İyi mi? Çifte pasaport taşımanın, yani bir çifte vatandaş olmanın hiç hesapta olmayan sorunlarını yeniden yaşayacağım.

Olanca sevimliliğimi takındım. "Hay Allah, nasıl da unuttum" gibi pişkince gülerek bu kez içinde Irak vizesi, giriş çıkış damgaları bulunan TC pasaportumu çıkarıp uzattım.

Aldı. Evirdi, çevirdi, vizelere, damgalara uzun uzun baktı. Artık iyiden iyiye kuşkuyla dolu delici bakışlarını üstüme dikti ve İngilizce uzun bir cümle kurdu.

Benim "turist İngilizcem"in sınırlarını dayanmıştık. Ikına sıkına bir cevap verdim:

- Tabii açıklarım. Ama İngilizcem yetmez. Ben Türkçe ve Almanca konuşabiliyorum.

Tınmadı. Kılı bile kıpırdamadı. Hemen hemen aksansız bir Almanca’ya geçti:

- Almanca açıklayın öyleyse…

Anlattım:

- Ben çifte vatandaşım. Ürdün vizesi Alman pasaportuna ucuz, Türk pasaportuna pahalıydı. O yüzden Ürdün vizesini Alman pasaportuna aldım. Irak vizesini daha İstanbul’da iken Türk pasaportuna almıştım…

Durdum. Kızın kuşkulu ve delici bakışları değişmeyince atağa geçtim:

- İsrail için çifte vatandaşlık sorun olmasa gerek. Bir çok İsraillinin aynı zamanda Amerika Fransa, Almanya, İskandinavya vatandaşlığı var…

Yine tınmadı bile:

- Evet, doğru. Ama vize alıp bir Arap ülkesine, meselâ Irak’a giden İsrailli duydunuz mu hiç siz? Sizin durumunuz biraz…

"Biraz ne" diye soramadım. Zaten cevap da beklemiyordu. Pasaport bölmesinin arkasını işaret etti:

- Şuraya geçin ve bekleyin lütfen. Sizinle görüşecekler…

"Dur aman, ne oluyor gamzeli dilber" diyecek halim yok. Gösterdiği yere geçtim. Pasaportların ikisi de kızın elinde kaldı. Beklemeye başladım.

Belli etmiyorum ama bende epey şafak attı. Burada da "çifte pasaportlu. Arap ülkesinden İsrail'e gelen ve belki de casus" durumunda olup olmadığımı bilemiyorum.

Epey bekledikten sonra yine genç bir kadınla suratında nur kalmamış, beni tepeden tırnağa süzerken ürperdiğim bir herif geldi. Önce benim gamzeli ile konuştular. Pasaportları aldılar sonra da beni alıp bir odaya götürdüler.

Masanın bir yanında ben, karşımda biri yine gamzeli ve yine çok güzel bir genç Yahudi kızıyla, nuhuset suratlı bir adam var. Kafamda "Ulan Aydın Engin, Mossad’ın eline mi düştün? Başın belaya mı giriyor" gibi sorular fır dönüyor.

Kız yine çok akıcı bir Almanca ile konuştu:

- Anlatın.

- Arkadaşınıza anlattım ya.

- Olsun bir daha anlatın.

Bir daha anlattım. Gazeteci olduğumu; Bağdat’ta haber ve röportajlar yaptığımı, Türkiye’nin çok itibarlı bir gazetesinde haberci olarak çalıştığımı, İsrail’i merak ettiğimi İsrail’e bir hafta turistik bir gezi yapmak için geldiğimi, bulabilirsem Türkiye’den İsrail’e göç etmiş Yahudilerle röportajlar da yapacağımı anlattım.

Kuşkulu bakışlar değişmedi. Hiç konuşmayan adam kıza bir şeyler fısıldadı. Kız da bana döndü:

- Bir daha anlatın. En baştan ve ayrıntısıyla…

Haydaaaa, polisiye filmlerde gördüğümüz sorgu tekniği bu. İlk anlatımla ikincisi arasında çelişkiler arayacaklar ve sonra da…

Mecburen bir daha ve uzun uzun anlattım.

Adam yine kıza fısıldadı, o da sordu:

- Neden sizi yolladılar?

Ne cevap verilir bu soruya? "İlhan Selçuk ağabeyim benim gitmemi istedi. Ben haberciyim. O yüzden ben geldim" diye uzun uzun ne anlatacağım?

Kestirmeden gittim:

- Çünkü Bağdat kritik bir bölge ve kritik günler yaşanıyor orada. Böyle yerlere genç bir haberci değil, tecrübeli, yaşlı kurtlar gönderilir…

Nuhuset suratlı herif ilk kez gülümsedi. Bana bakıp "Yaşlı kurt ha" dedi. Vay adi vay! Meğer o da Almancayı iyi kıvırıyormuş. Sonra kalktı odanın öbür ucundaki telefonda bir yerleri aradı. Pasaportlara bakarak, notlar alarak ve sanki İbranice anlayacakmışım gibi fısıltı ile konuşmaya başladı.

Bana saatler gibi gelen on dakikalık bir konuşmadan sonra adam yeniden masaya döndü. Pasaportlarımı ve pusula gibi bir kağıt parçası uzattı:

– İsrail’e hoş geldiniz. Meslek referanslarınız kusursuz. Bizi anlayışla karşılayın lütfen. Ha, bir de bir ihtiyacınız olursa bu numaradan David Aslan’ı arayın. Her konuda size yardımcı olacak.

Kız da gamzelerini iyice belirginleştirerek gülümsedi.

Üniversite için İsrail’e göç etmiş, bürokraside epey yüksek bir yer edinmiş, Kuzguncuklu berberin oğlu, sevimli bir İstanbul çocuğu olan David Aslan’ın yardımı ile İsrail’de sahiden harika bir kaçamak tatil yaptım.

1997’yi 1998’e bağlayan yılbaşı akşamı da Türkiye’ye döndüm ve ucu ucuna da olsa evdeki yılbaşı sofrasına yetiştim.

Yazarın Diğer Yazıları

Bitirilmeyen bir Tırmık ve bir kişisel not

Hiç günü kurtarmak için yazmadım. Bundan sonra da yazmam

Reis boşa koysa dolmaz, doluya koysa almaz

Reis'in derdi büyük. Eğer "Seçim zamanında yapılacak" sözünü ve iddiasını yalayıp yutmayacaksa Anayasa'yı değiştirmek zorunda. Anayasayı değiştirmeye ise Meclis'teki AKP ve MHP milletvekillerinin sayısı yetmiyor. O zaman geriye tek seçenek kalıyor. Erken seçim

Bir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden

MHP Başbuğu partisinin Kızılcahamam kampının kapanışında konuştu. Valla kampa katılan MHP yiğitleri ne düşündüler bilemem. Zaten düşündükleri olumsuzsa dile getirmek MHP çatısı altında pek mümkün değildir. Parti disiplini değil, Başbuğ disiplini olsa gerek. Ama ben elbette her türüyle milliyetçiliğe, dolayısıyla MHP’ye de, onun Başbuğ’una da çok ama pek çok uzağım, öyleyse Başbuğ’un sözleri üstüne düşündüklerimi dile getirebilirim