26 Aralık 2020

Ben hiç Paris’e gittim mi?

Karar veremiyorum. Bu mavrayı okuyun ve kararı siz verin. Sonucu bana da fısıldarsanız iyi olur…

En yakınlarımdan "Gittin tabii. Hem de üç dört kere" diyenler var.

Bense "Galiba gitmedim" diyorum.

Karar veremiyorum. Bu mavrayı okuyun ve kararı siz verin. Sonucu bana da fısıldarsanız iyi olur…

Buyrun…

* * *

12 Eylül sonrasıydı. Frankfurt'taydım. TİP'in kuruluş yıllarından beri yakın olduğum, sonradan Paris'e yerleşmiş bir arkadaşım telefon etti.

- Aydın, seni bir konferans için Paris'e çağırıyorum? Buradaki Türkiyeli göçmen işçiler, siyasal göçmenler, TKP'li yoldaşlarımız filan olacaklar. Onlara Türkiye'deki durumu filan anlatırsın. Gelirsin değil mi?

Takside çalışıyorum o sıralar. Arabayı bir günlüğüne, okul harçlığını filan çıkarmak için yedek şoför gibi çalışan bir Alman delikanlıya verdim.

Bir sabah, çok çok erkenden Paris trenine bindim.

Sözleştiğimiz üzere Paris'in Kuzey Gar'ında (Gar du Nord) yerin iki kat altındaki peronda indim. Peronda sabırsızlıkla bekleyen arkadaşım karşıladı.

- Tren rötar yaptı. Geç kaldın. Toplantıya ucu ucuna yetişeceğiz. Çabuk olalım…

Koşar adım bir kat çıktık. Metroya bindik. Epey gittik. Yerin altından gidiyoruz ya, bir şey gördüğüm de yok, ne yöne gittiğimizi bildiğim de…

- Tamam geldik. İniyoruz, haydi…

İndik. Metronun çıkış merdivenlerini yine koşar adım tırmandık. Merdiven bitti. Önümüz daracık bir kaldırım. Arkadaşım tam karşımızdaki bir kapıyı açtı. Bir küçük bir avluya girdi. Kapı o kadar yakın ki sıçrasam kaldırıma basmadan metro merdiveninden avluya geçebilirim.

Avludan bir salonu girdik. Fransız Komünist Partisi'ne yakın İşçi Sendikaları Konferedasyonu'nun (CGT) bir semt salonuymuş. Tıklım tıklım dolu. Tanıdıklarla selamlaşmaya bile fırsat bulamadan kürsüye çıkarıldım. Anlatacaklarımı anlattım. Ardından sorulara geçildi ve soruların bir türlü sonu gelmiyordu.

Arkadaşım salonun en arkasında, kolundaki saatı gösterdi sonra da parmaklarıyla makas işareti yaptı. Anladım "Kısa kes. Dönüş trenini kaçıracağız" diyor.

Kısa kestim. Yine kimseyle selamlaşamadan metronun merdivenlerine koştuk. İndik, metroya bindik ve kalkmak üzere olan Frankfurt trenine yetiştim.

Ertesi gün, taksi şoförü arkadaşlarım laf ola beri gele sordular:

- Hayrola? Dün hiç görünmedin. Arabayı da Detlef kullanıyordu…

- Şey… Dün Paris'e gittiydim de…

Sizce ben "dün" Paris'e gitmiş miydim?

* * *

Karısı Oya Baydar'ın okul arkadaşı olan, eş durumundan arkadaş olduğum, 70'li yıllarda CHP'de milletvekilliği yapmış hukukçu bir arkadaşım ve eşi Frankfurt'a geldiler, bize konuk oldular.

Arkadaşım "Hem ziyaret, hem ticaret" peşindeydi. Almanya'dan kullanılmış araba alıp, Türkiye'de iyi para kazanılacağını birilerinden duymuştu. Bildiğim işler değil. Ama "tercümanlık" işi bana düştü. Sorduk soruşturduk, benimki yanlış bilgi almış. Öyle, al arabayı, götür Türkiye'de sat mümkün değil. Permi bulmak, permi sahibi adına arabayı satın almak, gümrük işlemleri falan… Yok, para kazanılması mümkün değil.

Ben vazgeçtik sanıyordum; benimki ısrar etti:

- Almanya'da değil ama Fransa'da mümkünmüş. Bana öyle anlattılardı. Gidelim, Fransa'dan alalım arabaları. İşi tutturursak, sen alır bana yollarsın, ben satarım. Parayı kırışırız… Valla köşeyi döneriz…

Olmazlandım ama dinleyen kim. Arkadaş hatırına sabahın köründe atladık benim arabaya, tuttuk Paris'in yolunu.

Paris'te siyasal göçmen olarak yaşayan sendikacı arkadaşlarla telefonda konuşup sözleşmiştik. Paris haritasından verdikleri adresi aradım. Paris'in dış mahallelerinde bir adres. Akşamüstüne doğru, Paris merkeze girmeden, yan yollardan, ara sokaklardan geçip zor bela, buluşacağımız adrese ulaştık. Buluştuk da.

Aynı Türk'ün işlettiği yan yana iki dükkan. Biri "Cafe" öteki "Spécialités Turques". Adı fiyakalı ama kendi bildiğimiz aşçı dükkanı.

Kahvede sendikacı arkadaşlarla sohbete başladık. Biz gelmeden bilenlere sormuşlar. Durum Almanya'dan farklı değil. Fransa'da oturma ve çalışma izni olan birinin permi hakkı kullanılacak, araba onun adına alınacak, gümrük işlemleri, hem Fransa'da, hem Türkiye'ye girişte…

Yani onca yolu (575 kilometre) boşuna teptik; köşeyi dönme umudumuzu da Paris'e gömdük.

Cafe'den aşçı dükkanına geçip kıymalı bezelye, pilav, üzüm hoşafından oluşan muhteşem bir "Spécialités Turques" yedik.

Araba ticaretinden zengin olma umutları tamamen suya düşen arkadaşım süklüm püklüm konuştu:

- Yav Aydın, dandik bir otelde kalacağımıza gazlayıp dönelim Frankfurt'a…

Sanki "Sirkeci'den Eminönü'ne gidelim" der gibi. İki saat aradan sonra bir kez daha 575 kilometre…

Öyle yaptık. Batı Avrupa'nın en işlek otoyollarından birinden sabaha karşı Frankfurt'a vardık.

Soranlara "Dün Paris'teydik de..." dedim…

* * *

Göçmenlik bitti. Türkiye'ye döndüm, Cumhuriyet'te de mesleğe döndüm.

Galiba 1996'da, UNESCO Yunanistan ve Türkiye'den eşit sayıda gazeteciyi, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların barışçıl çözümünü tartışmak üzere Paris'te bir toplantıya davet etti.

Vay be Paris… Ev sahibi UNESCO. Herhalde bir banliyo otelinde kalmayacağız… Şu Paris'i doya doya gezeceğim, bir güzel tanıyacağım.

Saint Germain, Saint Michel, Concorde meydanı, Pigal meydanı, Louvre Müzesi, Fransız şarapları ve ille de konyakları…

Gittik. Hatırladıklarım: Mehmet Y. Yılmaz, Okay Gönensin, Hasan Cemal, Murat belge, Zülfü Livaneli, Zeynep Göğüş. Yani içkinin de, yaşamın tadını çıkarmayı da iyi bilen meslektaşlar…

Merkezde lüks bir otele yerleştik. Odanın önündeki minik balkonda biraz (epey) eğilerek uzanıp baktığında karşında Eyfel Kulesi.

Kahvaltıdan sonra bir salonda Yunan meslektaşlarla bir araya geldik. UNESCO olanaklarıyla anında çeviri yapılıyor. Yunanlıların çenesi de en az bizler kadar düşük.

Konuştuk tartıştık, kısa bir öğle yemeği molasından sonra yeniden bir araya geldik, yeniden uzun uzun konuştuk. Bize kalsa Türkiye ile Yunanistan arasındaki uyuşmazlıklar bir saat içinde çözülecek.

Akşamına otelin lokantasında şarap ve sonunda konyak eşliğinde tartışmaya devam ettik.

Ertesi sabah ve öğlen ve öğleden sonra yine aynı… Akşam üstü "uçağı kaçıracağız"uyarısı ile apar topar kalktık. Otelin önündeki durakta bekleyen taksilere atlayıp Charles de Gaulle Havalimanı'na gittik. Ancak havalimanında vakit bulabildiğimiz için kazık fiyatlar ödeyerek konyak ve şarap aldık. (Mehmet Y. Yılmaz neredeyse bir servet ödeyip keçi peyniri de aldı). Ben 70 dolara kıydım konyak aldım.

Uçağa bindik, Gece geç vakit İstanbul'a döndük…

* * *

Siz söyleyin:

Ben hiç Paris'e gittim mi?

Yazarın Diğer Yazıları

Bitirilmeyen bir Tırmık ve bir kişisel not

Hiç günü kurtarmak için yazmadım. Bundan sonra da yazmam

Reis boşa koysa dolmaz, doluya koysa almaz

Reis'in derdi büyük. Eğer "Seçim zamanında yapılacak" sözünü ve iddiasını yalayıp yutmayacaksa Anayasa'yı değiştirmek zorunda. Anayasayı değiştirmeye ise Meclis'teki AKP ve MHP milletvekillerinin sayısı yetmiyor. O zaman geriye tek seçenek kalıyor. Erken seçim

Bir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden

MHP Başbuğu partisinin Kızılcahamam kampının kapanışında konuştu. Valla kampa katılan MHP yiğitleri ne düşündüler bilemem. Zaten düşündükleri olumsuzsa dile getirmek MHP çatısı altında pek mümkün değildir. Parti disiplini değil, Başbuğ disiplini olsa gerek. Ama ben elbette her türüyle milliyetçiliğe, dolayısıyla MHP’ye de, onun Başbuğ’una da çok ama pek çok uzağım, öyleyse Başbuğ’un sözleri üstüne düşündüklerimi dile getirebilirim