13 Nisan 2024

Bir korku klasiğinin ilk günlerine dönüş

Bu türü sevenler ve özlemiş olanlar için iyi bir seyirlik sayılabilir

OMEN: İLK KEHANET

X X 1/2

(The First Omen)

Yönetmen: Arkasha Stevenson
Senaryo: Tim Smith, A. Stevenson, Keith Thomas/ Görüntü: Aaron Morton/ Müzik: Mark Korven
Oyuncular: Neil Tiger Free, Ralph İneson, Sonia Braga, Tawfeek Barhom, Maria Caballero, Charles Dance, Bill Nighy, Nicole Sorace, İshbar Curie-Wilson, Andrea Arcangeli, Dora Romano, Guido Quaglione, Michelangelo Dalisi, Anton Alexandre

Fox filmi, 2023

Klasikleşmiş bir korku-gerilim filmi serisinin son halkası. İlk Omen 1976 yılında çekilmiş, Richard Donner'in yönettiği filmde Gregory Peck ve Lee Remick gibi görkemli bir ikilinin oynadığı bir çiftin hikâyesi anlatılmıştı. Damien adlı bir çocuğu evlat edinen çiftin başına gelmeyen kalmıyor ve sonunda Damien'in "şeytanın oğlu" ve "Hazret'i İsa'nın düşmanı" niteliği en ürkünç biçimde ortaya çıkıyordu. Çok ilgi gören filmin devam filmleri de geldi: Damien: Omen 2 (1978); Omen 3: The Final Conflict (1981); Omen 4: The Awakening (1991). Ayrıca bir mevsim süren bir TV dizisi de yapılmıştı. Kendi adıma bu seri ve dizilerle pek bir ilişkim olmadığını belirteyim. Bu yeni filmin temel özelliğiyse şu olmalı: Hepsinin gerisine gidiyor; yani ilk filmden öncesini anlatmayı seçiyor.

Hikâye geniş ölçüde Batı'da yaygın olan Hıristiyanlık temeline oturmuş korku filmleri temeline dayanıyor. O ünlü Exorcist serisi başta birçok film gibi... Bizim sinemamızın da son dönemde İslam tabanına oturtmaya çalıştığı, ancak bana göre korkunç değil, komik olmaktan öteye gidemeyen filmler var ya... Onların birkaç gömlek daha iyisi...

Olaylar 1970'lerin başlarında geçiyor. ABD'de başlayan olaylarda Margaret adlı genç bir rahibeyi tanıyoruz. Onarım içindeki bir kilise, zorla hamile bırakılan genç kadınlar, bir pederle yapılan günah çıkarma, azap içinde bir yaşlı adam... Ki kafasanın ardındaki yara gerçekten de ürkünçtür!...

Sonra İtalyanların Margaretha demeyi seçtiği Margaret İtalya'ya, Roma kentine gönderilir. Filmin geri kalanı bu benzersiz kentin inanılmaz güzelliğini ve büyüsünü gösterecektir. Orada bir büyük manastır görürüz: tam 62 genç kadının kendilerini Hazret-i İsa'ya adadıkları bir dünya... Ki daha çocukluktan başlayarak böyle yetiştirilmişlerdir. Aralarında birkaçı sivrilir: rahibe Sylva, Angelica, Maria... Hepsi bir arada patates soyar, sigara içer ve bol dedikodu yaparlar. Margaretha kırık-dökük İtalyancasıyla konuşmaya çabalar. Arada sarışın Luz, son derece gizemli Carlita... Ve derken birden seksi bir gece kulübü...

Evet, kızlar bir yeni aleme dalmışlardır. Ve orada Paolo ve Alfonso adlı iki yakışıklı onları keser!... Bir Barbara Streisand filmi konuşulur, flört edilir... Dışarda Roma deyim yerindeyse ateşler içindedir: çatışmalar, isyanlar, yangınlar... Ve kiliselerde toplu dualar... Bazı yoldan çıkmış kızlar için özel "kötü odalar". Ve birden bir dehşet sahnesi: çıktığı kilisenin tepesinden kendisini yakarak alevler içinde atlayan bir rahibe!...

Azize Rita manastırı bir kısmının buluşma yeridir. Eski bir resimle geçmişe dönülür, sorular sorulur. Laiklik denen kavram onlar için tam bir günahtır. "İnanç güçtür" deyip dururlar. Acaba hangisi Deccal'in anası olacak, bir diğer deyimle şeytanı doğuracaktır? Bunun için gizemli Carlita en büyük aday mıdır? Arada o genç erkek sevgililer de yok olur. Özellikle Paolo'nun ölümü dehşet vericidir.

Bir "doğmamış bebekler albümü" bize eskiden kız çocukları nasıl acımasızca öldürdüklerini gösterir. Ve bunların içinde o özel damgayı taşıyanı aramaya koyulurlar. Çünkü onun Margaretha veya Carlita dışında bambaşka biri olduğunu anlamışlardır. O kiliseyi kurtarabilecek son kişidir. Ve baştan ayağa karalara bürünmüş kadın-erkek inançlılar, ancak o beklenen doğumdan sonra normale döneceklerdir.

Ben Jacoby adlı yazarın hikâyesinden çekilmiş filmin ilk filmini çeken bir yönetmeni var: Arkasha Stevenson... Ama işin altından kalkmış. Oyuncularsa muhtelif. Margaret'te de yepyeni bir yüz: Neil Tiger Free. Ve gayet de iyi oynuyor. Ayrıca değişik rollerde az çok bilinen adlar var: Bill Nighy, Charles Dance, Sonia Braga, Nicole Sorace... Bu türü sevenler ve özlemiş olanlar için iyi bir seyirlik sayılabilir.


Not: Sevgili okurlarımın geçmiş bayramlarını kutluyorum. Önümüzdeki hafta ise Afyonkarahisar'da olacağımı belirteyim. Dostum Hüseyin Başkadem'in yıllardır (24 yıldır) düzenlediği Müzik Günleri'nin ilkine, Klasik Müzik şenliğine katılacağım. (Haziran'da da Caz ve Pop şenliği olacak). Orada gençlerle buluşacak, söyleşecek ve son kitabımı imzalayacağım. Afyon'un yeni belediye başkanının da CHP'li olması hoş oldu. Hem de bir Lady: Burcu Köksal. Onu da ziyareti planlıyorum.

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.

Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...

 

Yazarın Diğer Yazıları

Tenis, rekabet, cinsellik ve eşcinsellik

Filmin cinsellikle eşcinselliği birleştirdiği, giderek sinemada sporla seksi inceliklerle sunan filmlerin başına geçtiği açık

Sinemanın unutulmuş bir yan dalına görkemli dalış

Dublör, belki biraz fazla uzun; ama görmeye değer bir yapım