Türkiye’de, son seçimlerde söz konusu edilen, Suriye’deki savaştan kaçarak Türkiye sınırları içine giren ve daha sonra da Türkiye Cumhuriyeti pasaportu alan mültecilerin vatandaş statüsüne geçmeleri toplumsal alanda sıkıntı yaratmaya başladı. Bazı siyasi partiler bu konu üzerinden oy kapmayı deniyor. Her gün bu sıkıntıları dile getiren haberleri okuyor ve sosyal medyada görüntüleri izliyoruz. Bunlar anonim olarak dolaşan haberler. Fakat “görüntüler herhalde gerçeği göstermektedir?” diye düşünülebilir. Farklı halklar olarak adlandırılabilecek (nasıl oluyor da T.C. vatandaşı başka bir halk olarak düşünülmektedir bu bir sorudur) gruplar arasında kimi zaman kültürel, kimi zaman ailesel, kimi zaman ise cinsel taciz veya sapkınlık vakaları haberlere düşmekte. Bu ne kadar sıkıcı bir durum ise, toplumsal alanın şiddet eğilimli, cinnete doğru giren etkilerini burada görmek mümkün. Kimi zaman ise psikolojik etkileri de fark edebiliriz. Rahatsızlık sadece ailevi değerler bakımından değil bazen de dini veya aşırı dini nedenlere de bağlanabilmekte.

O zaman bu sorunun arkasından başka bir soru daha sorulmalı mıdır? Yani vatandaş statüsüne erişenlerin bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti toplumunun yüz yıllık kültür hayatındaki değerlere uyum sağlaması nasıl gerçekleşebilecektir? Bu soru entegrasyon sorunu olarak dünyadaki göçmen işçilerin veya bugün çalışma ve oturma izni alan mültecilerin sorunu olarak durmakta değil mi? Entegrasyon kelimesinin ardında yatan anlamın son otuz yıldır olumlu bir anlamı olmadığını da söyleyebiliriz. Entegrasyon demek, kendi kültür ve yaşam tarzından çıkıp kendisini ağırlayan veya hatta misafir eden toplumun değerlerine doğru dönmesi anlamına gelmektedir. Diğer yandan yeni vatandaşların çalışma imkanları nedir? Ve onların kendi aralarındaki sınıfsal ayrımlarını görmek ve görünür kılmak nasıl sağlanacaktır?
Bu sorular 1980’li yıllarda dünyada çok kültürlülük çalışmaları sırasında gündeme gelmiş ve entegrasyondan çok farklı kültürlerin bir arada yaşama imkân ve değerleri araştırmacıların konusu olmuştur. Fakat bugünkü sayısal vaziyet ile 1980’li yıllardaki göçmen veya mülteci sayıları arasında bir nicelik farkı oluşmaya başladığında sorunun değişik boyutları gündeme gelmeye başlamamış mıdır? Bu yeni sayısal sorunlar ve niceliksel artıştaki rahatsızlık, anlaşıldığı kadarıyla, değerleri de değiştirmeye doğru yönelmekte. Hoşgörü ve misafirperverlik üzerine kurulu ilişkiler gittikçe norm dışı bir hal almaya doğru gitmekte. Toplumsal tabakalaşmadaki aşırı hızlı değişimin verdiği sıkıntı rahatsız etmekte insanları.
Böylece şehir efsaneleri midir yoksa gerçekten midir tam olarak belli olmayan bir şekilde mülteciler veya yeni vatandaşlar ile yerel vatandaşlar arasında ihtilaflar olmakta. Mesela hastanelerde Suriyelilere öncelik verildiği söylenmekte. Türk vatandaşı olan yaşlı insanların doktorların kapıları önünde bekletildikleri anlatılmakta (birden çok insandan gelen enformasyon olarak gerçek veya efsane olmasının tartışmasını belki de araştırmacılara mı bırakmak gerekir?).
Bu durumda yerel yeni vatandaşlar bu ülkede nasıl yaşayabilecekler? Hangi yaşam biçimini sürdürecekler? Kendi değerleriyle burasının değerleri arasındaki farklar ve dil ayrımı nasıl dengelenebilecek. “Günaydın” ile eskiden köylerde kullanılan bir tabir olan “Selamünaleyküm” arasındaki ayrım siyasi alana yansımakta değil mi? Burada rahatsızlık boyutu dile dokunmakta, ama dine yansır gibi kabul edilmekte değil mi? Dilsel ayrımın getirdiği iletişimsizliğin ardında yatan dini değerlerin söz konusu edilmesi bu sefer laikliğe de dokunmuyor mu? Zaten sıkıntılı bir tartışma alanı olan sekülerlik ve laiklik tartışması, bu sefer olgusal olarak, ayrı ülkelerin ayrı vatandaşlarının bir anlaşmazlığı olarak ortaya dökülmüyor mu?
Mademki Türk vatandaşı oldular, vatandaşlık statüsüne geçen Suriyelilere neden hala “Suriyeliler” denilmekte? (Ayrıca içinde Libyalı, İranlı, Afgan, Iraklı olanlar var, ama halk dilinde hatta basında nedense Suriyeliler olarak adlandırılmaktalar-3 milyon küsur olarak gözükmekte resmi rakamlarda-) Dil, burada, anlam olarak sosyal alandaki ayrıma dokunmakta. Birden çok ayrı dilin tarihi ve kültürel ayrımı ve yakınlaşan kelimeler arasındaki uyumsuzluk gündelik hayata dönük sorunları çoğaltmakta. Bakkaldan taksiye, hastaneden lokantaya ve eğlence yerlerine kadar bu ikilem bazı vatandaşlarda “yabancı düşmanlığını” arttırmakta değil mi?
Bu Batılı demokratik ülkelerin de sorunu. Ve mültecilerin niceliksel artışı şehirleri korunmasız hale sokmakta. Rahatsızlık şehirlerin sadece çeperlerinde değil merkezlerinde de yaşanmaya başlamakta (New York Times haberine göre, 80.000 evsizin New York görüntüleri çarpıcı).
Türkiye’de alışveriş dükkânlarına kadar genişleyen durum ekonomik kriz ile başka bir boyuta taşınmış vaziyette. Turist ve yeni vatandaş arasındaki ayrım es geçilerek yan yana konulmaya başlanmakta. Alım gücü ciddi oranda düşen alt ve alt-orta sınıfların sıkıntısı pahalılığa ve satın alma zorluklarından barınma zorluklarına doğru döndüğü vakit insanların hayat kaliteleri riziko altına alınmakta. Çalışanların ev bulma zorluklarıyla birlikte şehir dışına doğru gitme aynı zamanda iş gücünün şehir merkezlerinde yabancılaştırılmasına da yol açmakta.
En başta sorduğumuz soruya gelirsek, toplumsal katmanlar arasındaki dengelerin bu kadar oynak hale gelmesinin verdiği yakın zararları göz önünden çıkaramayız. Eski köleci toplumlarda bile aile bağlarının önemi tarihçiler tarafından vurgulanmıştır. Sömürgeleştirilen ve siyahi köle emeği kullanan toplumların tarihinde de ırklar arası evlenmelerin doğurduğu melezliğin ve “çoklu dili” kullananların, ara sınıf olarak bir statüye bağlandığı malumumuzdur. Bu toplumlarda sınıfsal ve ırksal (cins kimliği ayrımlarını burada saymadım) ayrımların bir kesişme noktasını bulmak ve norm olarak entegrasyon sorununun çözümü için değerlendirilmek önem taşımaktaydı.
Bugün bu kadar hızlı bir şekilde ayrı dillerin ve kültürlerin (bir milletin bile kültürü homojen değil) aynı vatandaşlık statüsünde olmasının verdiği sorunlar (milletten ümmete giden bir çizgide kültürel yapının, yaşam biçiminin, evlilik ilişkilerinin, askerlik anlayışının, iş gücünün değişme uğraması) acaba önceden düşünülmüş müydü? Aralarında aile ilişkilerinin, evlenmelerin neticesinde doğacak olan çocukların ve aralarında gerçekleşecek flörtlerin olmadığı bir toplumsal alan husumete mahkûm kalacaktır. Buna bir çarenin araştırılması zorunlu durmakta.
Ali Akay kimdir?
Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.
Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır.
1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.
Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır.
|