15 Ağustos 2023

Yine üniversiteye dair!

Akademik dünya içerisinde özgürlüklerden bahsedenlerin dönüp dolaşıp her şeyi zapturapt altına alma girişimleri kabul edilebilir bir durum değildir. Ancak eli biraz daha arttırayım ve bu duruma ilişkin sesi çıkabilecek olan akademisyen sayısının dahi çok azınlıkta olacağını tarihe not düşmüş olayım

Üniversite ve bu kuruma ilişkin ortaya konulanlar göz önünde bulundurulduğunda son dönemde olup bitenler üzerinden bir şeyler söylemek adeta farz oldu. Geçtiğimiz hafta Doçentlik kriterleri değiştirildi ve ortaya eskisinin aksayan yanlarının giderilmesi adı altında daha büyük bir garabet bırakılmış oldu. Her şeyden önce uzun bir süredir adeta tornadan çıkmış gibi işleyen doçentlik sürecinin önüne geçmeye çalışan YÖK’ün çözüm olarak sıraladıklarının, zaman içerisinde yine arkadan dolanarak çözülebileceği gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. Aslında sürecin birbiri ile bağlantılı bir biçimde işlediği bir mekanizma akademik teşvik uygulaması ile doçentlik kriterlerini de karşılayacak şekilde hayata geçirilmişti. Puan toplamaya indirgenen model sayesinde bütün bilimsel etkinlikler buna dönük olarak dönüştürülmüştü. Bütün alanlardaki kongre, sempozyum ve benzeri bütün aktivitelerin kamuoyu ile paylaşılmasında aynı cümleler sektirmeksizin sizi karşılamaktaydı: Doçentlik kriterlerine ve akademik teşvik koşullarına uygunluk. Bu iki unsurun zaman içerisinde adeta tek vücuda dönüştürülmesiyle birlikte akademik dünyada her şey nicelik üzerinden değerlendirilmeye ve bütün yapıp edilenler de buna dönük bir biçimde şekillendirilmeye başlandı.

Uzun bir zamandır akademide niteliğe ilişkin kaygısı olan insan sayısı gittikçe azalıyor buna karşın doktorasını tamamlayan herkes bir anda doçent olmaya ve ardından profesörlük unvanını elde etmeye odaklanıyor. Kısa süre içerisinde her şeyi yapabileceğini düşünen ve bu doğrultuda kaliteyi değil sadece kriterleri yerine getirmeyi hedefleyen bir kitleyi el birliği ile oluşturmuş olduk. YÖK’ün açtığı yolun bugün üniversiteleri getirmiş olduğu aşama ise ne yazık ki kimsenin üzerinde durmadığı tuhaf akademik bir silsileyi beraberinde getirmekte. Özellikle öğretim üyesi sayısı daha fazla olan ve ülkenin daha köklü neredeyse bütün üniversitelerinde kadroların farklı gerekçelerle-burada siyasi, kişisel vb. pek çok unsur nedeniyle- tahsis edilmemesiyle büyük mağduriyetler yaşanmaya başlandı. Dr. Araştırma Görevlisi kadrosunda Doçent olanlardan tutun da Dr. Öğretim Üyesi olarak doğrudan Profesör kadrosuna atananlara kadar bir dizi mağduriyet yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Hatta özellikle siyasal ve ideolojik bir dizi uygulama ile Doçent unvanını almış olan akademisyenlerin hakları olan bu unvanı kullanmalarının bile engellendiği üniversiteler söz konusu olabilmekte. Özlük hakları konusunda yaşanan büyük mağduriyetler sonrasında yıllarını akademiye vakfetmiş olan çok sayıda akademisyenin hem kendilerine hem de içinde bulundukları kuruma olan yabancılaşmaları giderek artmakta. Yaşadıkları baskılar karşısında bir taraftan işlerini yerine getirmeye gayret ederlerken bir taraftan da sürekli olarak mahkeme kapılarında haklarının peşinde olan bir kitlenin varlığını göz ardı etmemek durumundayız.

Unvan alanlar ve bekleme sürelerini yerine getirmek suretiyle gerekli şartları dolduranların pek çok devlet kurumunda beklemeden bu aşamaları geçmekte olduğunu görmekteyiz. Buna karşına üniversitelerde oldum olası bu konu büyük bir sıkıntı kaynağıydı ve yıllar içerisinde bu durumu çözmek bir yana daha da içinden çıkılmaz bir hale dönüştürmüş olduk. Her akademik durakta en az iki yıl bekleyen ve son olarak profesörlük noktasında dördüncü yılda başka bir kuruma geçmek suretiyle bu aşamayı tamamlayan birisi olarak yaşananları gayet iyi anlıyorum. Hatta 2011 yılında birlikte doçent olduğumuz bazı arkadaşlarımızın hala doçent kadrosunda bulunduklarını da biliyorum. Çünkü ülkemizin bazı anlı şanlı üniversiteleri kriterler adı altında getirmiş oldukları uygulamalarla aya füze gönderebileceklerini zannediyorlar. Bu durum ise ülkenin farklı yerlerinde bambaşka uygulamalar ile giderek daha tuhaf bir görünümü ortaya koymayı sürdürüyor. Kendileri yerine getirilen şartların büyük bir çoğunluğunu yerine getiremeyecek düzeyde olan beyefendiler ve hanımefendiler, çıtayı yükselterek kaliteyi arttırabileceklerine inanıyorlar. İşte son olarak değişen doçentlik kriterinde de kitap editörlüğü yapabilme şartının sadece profesör olanlara tanınmış olması kadar bunu yerine getirebilmek için söz konusu profesörümüzün kurumundan izin alma şartının konulması kadar tuhaf bir maddeyi ancak böyle normalleştirebiliriz. Editörlük yapabilmek için mutlaka profesör olmak mı gerekiyor? Ya da emekli olmuş bir hocamızın profesör dahi olsa kitap editörlüğü yapamayacak olmasını nasıl açıklayacağız? Bir diğer önemli husus akademi denilen alanın böylesi uygulamaların içerisine sokulmasının getirebileceği sorunları bu ülkenin daha öncelerde de fazlasıyla yaşadığını hatırladığımızda kraldan fazla kralcılığın en çok da akademiye zarar vereceğini bu maddeyi getirenler hiç mi düşünememişler acaba?

Akademik dünya içerisinde özgürlüklerden bahsedenlerin dönüp dolaşıp her şeyi zapturapt altına alma girişimleri kabul edilebilir bir durum değildir. Ancak eli biraz daha arttırayım ve bu duruma ilişkin sesi çıkabilecek olan akademisyen sayısının dahi çok azınlıkta olacağını tarihe not düşmüş olayım. Rahmetli hocam Prof. Dr. Hüsamettin Arslan’ın unutulmaz eseri Epistemik Cemaat içerisinde anlattığı akademik camiadan uzun bir zamandır ses ve seda çıkmıyor. Sorgulamayı, tartışmayı ve hepsinin ötesinde içinde yaşanılan topluma öncülük etme rolünü uzun bir süredir terk etmiş durumdalar. Bu yüzden de doçentlik kriterleri adı altında ortaya konulan yenilikler sadece ve sadece günü kurtaracak palyatif önlemlerden ibaret kalacaklardır. Asıl yapılması gereken düzenlemeleri yapmaya cesaret edebileceklerini hiç ama hiç zannetmiyorum. Akademinin sadece ders vermeye ve puan toplamaya indirgendiği bir ülke olmanın ne gibi getirileri olacağını ilerleyen yıllarda hep birlikte acı bir biçimde göreceğiz. Öte yandan okuma ve araştırmaya atfedilen önemin azalmasının etkilerini ise çok daha kısa bir süre içerisinde alabildiğine hissedeceğiz. Okula başlayan her öğrencinin üniversite mezunu olma hayali ile yola devam ettiği ve akademik dünya içerisine adım atan her gencin de sonunda profesör olarak süreci tamamlamayı düşündüğü bir yerde sadece ve sadece vasatlık egemen olur. Gerçekten okumak isteyenler ile gerçekten o alanlarda çalışması gerekenler değil var olan koşulların etkisi ile bir yerlere gelenler köşe başlarını tutmaya başlarlar. Bu süreç hızlandıkça yaşanan vasatlığın boyutları her köşeyi daha da fazla kaplamaya başlar ve nicelik fetişizminin doruklarında bir akademi ile karşı karşıya kalırsınız.

Akademinin bir gelenek ve vefanın bir semt adı olmadığının tescilli bir örneği olduğunu unuttuğunuz andan itibaren karşınıza yüksek lisans ve doktora savunmalarında giderek sosyal medya uygulamalarına benzeyen görünümler çıkmaya başlar. Her şeyin tuhaflaştığı bir ortamda akademik uygulamalarda tuhaflaşmak suretiyle teknikle birlikte karşımıza saçmanın iktidarını çıkartıverir. Burada liyakat, hakkaniyet, adalet gibi kavramlar sadece gelip geçicidirler ve belirleyici olabilme şansına sahip değildirler. Bunların yerine yeni kavramlar gelip yerleşirler ve bunu savunan bazılarını her gece ekranlarda boy gösterdiklerini de rahatlıkla görebilirsiniz. Oysa bu ülkenin akademik camiası içerisinde yer alan bir öğretim üyesinin ülkenin ören yerlerini gezmek istediğinde dahi herhangi bir farklılığı söz konusu dahi bulunmamaktadır. Ülkenin turistik bölgelerini kazan arkeologlar, sanat tarihçileri ile bu alanların dışındaki bütün akademik birimlere dahi bir uygulama söz konusu değildir! Millî Eğitim Bakanlığının bu konuda net bir duruşla bütün öğretmenlere ücretsiz bir uygulamayı hayata geçirdiği yerde akademisyenler üvey evlatlardır ve bütün alanlarda olduğu gibi buralarda da kendileri çalıp kendileri öğrenmek zorundadırlar. Lafa geldiğinde ise akademi başka bir alandır ve itiraf edelim ki artık yolun sonuna gelindi: her açıdan akademi s.o.s. veriyor. Son olarak akademik ücretlerin akademisyenlerin hayatlarını sürdürmede bile yeterli olmadığı tartışması dahi durumun giderek içinden çıkılmaz olduğunu ortaya koymakta. Ancak bunu dahi söyleyemeyecek olan bir akademi söz konusu ne yazık ki! Bu yüzden de siz bakmayın öyle doçentlik kriterleri veyahut başka uygulamalara; ne ders olsa veririz mantığının ötesine geçemeyen ve ses çıkarmazsak durumu idare edebiliriz diyen bir akademi ile karşı karşıyasınız sadece.

Ahmet Talimciler kimdir?

Ahmet Talimciler, 1970 yılında İzmir Karşıyaka'da dünyaya geldi. Karşıyaka spor kulübünün minik ve yıldız takımlarında, Tarişspor kulübünün genç takımında oynadı. 1988 yılında Ege Üniversitesi Coğrafya bölümüne kaydoldu ve iki yıl burada okuduktan sonra tekrar sınava girerek aynı üniversitede Sosyoloji bölümünü kazandı. 

1994 yılında "Futbolun Toplumsal İşlevi" başlıklı lisans teziyle bölümden mezun oldu. Ardından Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde 1998 yılında Türkiye'de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi başlıklı yüksek lisans tezini, 2005 yılında da Türkiye'de Futbol ve İdeoloji İlişkisi başlıklı doktora tezini tamamladı. 

2001 yılında Milliyet Gazetesi Sosyal Bilimler ödülünü kazandı. 

1996 yılında Araştırma Görevlisi olarak başladığı Ege Üniversitesi Sosyoloji bölümünden 2019 yılında ayrılarak İzmir Bakırçay Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Uygulamalı Sosyoloji ana bilim dalına profesör kadrosuyla geçiş yaptı. Halen aynı üniversitede görev yapmayı sürdürmektedir.

Son yirmi yılda yerel ve ulusal düzeyde gazetelerde, internet sitelerinde yazmıştır. Mart 2016'dan bu yana T24'te başta spor ve gündelik hayata ilişkin olmak üzere gündeme ilişkin yazılar yazmaktadır. Karşıyaka Belediyesinin çıkartmakta olduğu Gazete Karşıyaka'nın yazarlarındandır.

Bir diğer önemli tutkusu ise radyo yayıncılığıdır, üç yıl boyunca TRT İzmir Kent Radyosunda Sporun Arka Planı programını hazırlayıp sunmuştur. Halen TRT Türkiye'nin Sesi Radyosu Memleketim FM'de Spor Daima programına cuma günleri konuk olmayı sürdürmektedir. YouTube üzerinden yayınlanmakta olan Geek Futbol programının da yorumcularından birisidir. Evli ve spor tutkunu bir çocuğun babasıdır. 

Kitapları

-Türkiye'de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi (2003,2014, Bağlam Yayınları)

-Sporun Sosyolojisi Sosyolojinin Sporu (2010,2015, 2018, Bağlam Yayınları)

-Futbol Yazıları (2017, Bağlam Yayınları)

-Türkiye'de Futbol En Az Futboldur (2020, Spor Yayınevi ve Kitabevi)

-Saçmanın İktidarı (2021, Sakin Kitap)

-Beklentilerin Tersine Çıktığı Alan: Eğitim (2022, Sakin Kitap)

-İlkelerimizi Kim Yazacak? Cem Can Yazıları (Yayına Hazırlayan- 2012, Moss Spor)

-Fair Play Yemin İstemez (Yayına Hazırlayan-2012, Moss Spor) 

-Şiddet, Şike ve Medya Kıskacında Futbol ve Taraftarlık (2015, Litera Türk Academia, Müge Demir ile)

-Football in Turkey (Editör- 2016, PL Academic Research)

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ortak paydadaki bozukluk

Öyle bir toplum düşünün ki bütün kötülükler olduğu gibi yapanların yanına kalıyor ve iyinin, doğrunun, hakkın yanında olanlar sürekli olarak kaybediyorlar. Burada ne ahlak kalır ne de başka bir şey kalabilir çünkü böylesi bir yapının karşısında hiçbir şeyin doğru, dürüst kalabilmesi mümkün değildir.

Spor Sosyolojisi: Toplumda sorunlar ve çatışmalar (4)

"Sporu olmasını istediğimiz şeye dönüştürmek için çalışmadığımız sürece öncelikle kendi şartlarına göre ve kendi amaçları doğrultusunda yapmamızı isteyenlerin çıkarlarını yansıtacaktır. Bu da bizi ilginç bir tercihle karşı karşıya bırakır: sporu olduğu gibi kabul eden tüketiciler olabiliriz ya da sporu insancıl ve sürdürülebilir kılmak için çalışan vatandaşlar olabiliriz"

Spor sosyolojisi: Toplumda sorunlar ve çatışmalar (3)

Sınıf ilişkileri ve ticari sporlar arasındaki bağlantıda yine bu yazıdaki ilk sayfadaki işin ekonomik boyutu ile olan bağlantısına dönüş yapabilirsiniz. Top küçüldükçe sınıfsallığın arttığı gerçeği aklınızın bir tarafında bulunsun diyebilirim.

"
"