22 Ağustos 2023
Türkiye’nin rol model ülke olduğu ifadesinin hem geçmiş iktidarlar tarafından hem de şu anki iktidar tarafından sahiplenilmesi üzerinden giderek bir şeyler söylemek gerekiyor. Dünya değişiyor ve üstelik bu değişim geçmişte yaşanılan değişimlerden hem çok daha hızlı bir biçimde gerçekleşmekte hem de söz konusu değişim süreci içerisinde yaşananlar gerek bireyleri gerekse de toplumu eskisinden çok daha fazla etkisi altına alabilmekte. Bu durum ise beraberinde toplumsal aktörlerin içinde yaşadıkları dünyada giderek daha fazla savunmasız bir halde varlıklarını sürdürmek durumunda kalmalarının yanı sıra geleceğe duyulan güven duygusunun yok olmasına neden olmakta. İşte tam bu noktada ortaya çıkan yeni sorunlarla başa çıkabilme konusunda ülke olarak hala geçmişin referanslarını kullanmakta ısrar ettiğimizi ve kolay yolu seçmek suretiyle var olan durumun aynen sürmesinden yana tavır aldığımızı belirtmeliyim. Bu bir anlamda güven içinde olma halini beraberinde getiriyor ancak yakıcı sonuçlarla birlikte gelen sorunlar karşısında çözümü değil çözümsüzlüğün önünü ardına kadar açmış da oluyor. Zaman, sistematik bir fenomen olarak bütün hayatı alabildiğine dönüştürürken insan kaynakları değişen Türkiye’nin inatla ve ısrarla geçmişe sarılıp kalması beraberinde sorunların katmerli hale dönüşmesine yol açıyor. Burada özellikle iki alan üzerinde durmaya çalışacağım; bunlardan ilki yaşadığımız iklim krizi ve bunun yarattığı etkilerin her geçen yıl biraz daha fazla hayatlarımızı başka bir hale sokacağı gerçeği. İkinci olarak eğitimin her alanda yaşadığı müthiş çöküntüye dair. Aslında bu iki konuda birbiri ile yakından bağlantılı bir şekilde yeniden ele alınmak durumunda.
Türkiye’nin yüzölçümü ve farklı iklim koşulları düşünüldüğünde tek tipleştirilmiş bir mantık üzerinden yürütülen eğitim olgusunun, ülkenin farklı bölgelerinde yarattığı etkileri yıllar içerisinde görmezden geldik. Ancak son yıllarda yaşanan iklimsel kriz sonrasında bu durumu her açıdan yeniden ele almak zorundayız. Ve bunun yanı sıra ülkenin önümüzdeki yıllarda yaşayabileceği başta su ve çevre krizlerine ilişkin eğitimsel süreci şimdiden müfredat içerisine sokmalıyız. Televizyon ekranlarında gördüğümüz İstanbul’un 60 günlük, İzmir’in 270 günlük suyu kaldı gibi açıklamaların ötesine geçmeyi acilen becermeli ve bu durumun iktidarıyla muhalefetiyle hepimiz açısından hayati bir nitelik arz ettiğini bir an önce anlamalıyız. Türkiye su zengini bir ülke değildi ve yaşanan iklim değişiklikleri sonrasında bu durum çok daha yakıcı bir görünümü ne yazık ki önümüze koymaya başladı. Üstelik bu daha başlangıç ve bir an önce acil eylem planı ile uygulamalarımıza çeki düzen vermezsek durum çok daha feci bir hale doğru hızla ilerleyecek. İşte bunun için geçmişin uygulamalarını bir tarafa koymak ve yeni duruma ilişkin pozisyon almayı başarmak zorundayız. Okulların açılıp kapanması sürelerini bile bundan sonrası için farklı zaman dilimleri içerisine çekebilme alternatiflerini de şimdiden masaya yatırmalıyız. Türkiye, İstanbul-Ankara-İzmir veya diğer büyükşehirlerden ibaret değil! Bu durumu farklı koşullar açısından düşünmemiz gerektiği gibi örneğin bu kentlerde görev yapan memurlar ile ülkenin farklı kentlerinde görev yapmakta olan memurların maaşları açısından da düşünmek durumundayız. Söz konusu üç büyük kentteki kiralar, ulaşım masrafları ve gıda harcamaları ile ülkenin farklı yörelerindeki küçük kentlerinde durumun aynı gerçekleşmediğini, bunun da giderek daha fazla konuşulur hale dönüştüğünü belirtmeliyiz.
Türkiye’nin ağaç dikme konusunda son yıllarda büyük bir ivme kazandığı sık sık dile getiriliyor buna karşın var olanları koruma ve geleceğe aktarma konusunda ise durum ne yazık ki giderek daha fazla sorunlu bir görünüm arz etmekte. İşte tam bu noktada ağacın ve yeşilin önemi giderek daha büyük bir önem kazanıyor ki bu konuda ülke insanımızın ne yazık ki aynı oranda duyarlı hareket etmediğini söylemek durumundayım. Ağacı, yeşili değil de betonu seviyoruz ve mümkün olduğu ölçüde etrafımızı bu hale dönüştürdüğümüzde ideal bir hayata ulaştığımızı sanıyoruz. Oysa kesilen her ağaç ve yok edilen her bir metrekare ormanla birlikte biraz daha fazla geleceğimizden çalıyor ve sıcaklığın artmasına katkıda bulunuyoruz. Klimalı hayatlara öylesine alıştık ki bu durumun yarattığı enerji yüklemeleri sonrasında her yaz döneminde biraz daha fazla elektrik tüketim rekorunun kırılması normal olmaya başladı. Ancak bu durumla birlikte giderek daha fazla elektrik kesintisi ve daha fazla sorun yaşadığımızı ise çoğu kez görmek bile istemiyoruz. Ağacı, doğayı korumanın ve geleceğe daha sağlıklı bir çevrenin aktarılması taleplerini yasadışı olarak görmek ve burada gerçekleştirilen bütün protestoları tek tip bir anlayış içerisine sokmak yine eski alışkanlıklarımızın bir devamı niteliğinde. Oysa yeni nesil açısından oy verme potansiyeli veyahut ideolojik angajmanların ötesinde çevre giderek önem kazanan bir görünüm arz etmekte. Burada siyasi aktörlerin de var olan gelişmelere ilişkin yeni bir şeyler söylemesinin zamanı çoktan gelmiş bulunuyor.
Eğitim konusu ülkenin kanayan yarası olmaya devam ediyor. Her eğitim döneminde benzer tartışmaları yaşamayı inatla sürdürüyoruz. Bu konuda değişen ise özellikle bağış konusundaki abartılı isteklerin medyaya yansımaktan ziyade sosyal medya üzerinden dolaşıma sokuluyor olması. Çocuklarını okullara yazdırmak isteyen ebeveynlerin önlerine konulan listelerde okula bağış adı altında istenilen nakit paraların yanı sıra tuvalet kağıdından başlayarak fotokopi kağıdına kadar uzanan bir dizi isteğin yerine getirilmek durumunda bırakılıyor olması son derece acı. Öte yandan okulların başta tuvaletlerin temizlenmesi meselesi olmak üzere pek çok konuda bütçelerinin yetersiz kaldığı gerçeğini de buraya not etmek zorundayız. Var olan durum giderek daha fazla bir şekilde velilerle okul yönetimlerini karşı karşıya getiriyor ve sistemsizlik sorunların daha da içinden çıkılmaz bir hale dönüşmesine yol açıyor. Görselde on beş bin lira nakdi bağışın yanı sıra 2 top fotokopi kâğıdı, 1 top Jumbo boy çöp poşeti, 6’lı Havlu kâğıt, poşet dosya, 5 litre çamaşır suyu vd. malzemeler şeklinde sıralanmakta.
Eğitimin giderek daha sıkıntılı bir hale dönüştüğü noktada eğitim tartışmasının da içinden çıkılmaz bir hale doğru yol aldığını bir kez daha hatırlatmak durumundayım. İşte tam bu noktada geçtiğimiz hafta içerisinde açık liselerdeki öğrenci patlaması haberi gündeme adeta bomba gibi düştü. Milli Eğitim Bakanının liselerde sınıfta kalma uygulamasına geri getirileceği haberi üzerine yapılan yayınlarda, görüş sunan bazı eğitimciler açık lise uygulaması hususunda da bir an önce önlemlerin alınması gerektiğini belirttiler. Ancak unuttukları husus ülkemizde eğitimin yaz-boz haline dönüştürülmesi ile çocuk okutma maliyetinin de giderek daha fazla içinden çıkılmaz bir hale dönüşmüş olmasıydı. Okula gönderme ve geleceği şekillendirme arzusunun yıllar içerisinde giderek değer kaybetmesi sonrasında aynı iktidarın farklı milli eğitim bakanları döneminde uygulanan eğitim politikaları sayesinde işler iyice sarpa sardı. Eğitimin vasatlaşması ve liyakat dengesinin kaybolması sonrasında bu alana atfedilen değer kaybolmaya başladı. Açık lise uygulamalarının yanı sıra yıllar içerisinde dört yıla çıkartılan lise eğitimini ve üniversite sınavları nedeniyle son sınıfın ikinci yarı yılının neredeyse tamamen devre dışı bırakılmış olmasını da tartışmak durumundayız. YÖK başkanının açıklanan üniversite yerleştirme sonuçları sonrasında yaptığı %99,8’lik doluluk oranının niceliksel anlamda bir karşılığının olduğunu buna karşın nitelik hususunda işlerin hiç de belirttikleri gibi yürümediğini de belirtmeliyiz. Geçmişin getirdiklerini göz ardı etmemeliyiz ancak yeni ortaya çıkan meseleleri de bu anlayışın içerisine yerleştirmek suretiyle kendimizi kısıtlamamalıyız. Eski ile yeniyi birlikte sürdürebilmenin yanı sıra geleceği şekillendirebilmek için yeni sorunlara uygun yanıtları ortaya koyabilecek açılımları gerçekleştirmek zorundayız. Bu kolay bir süreç değil ancak bir an önce adım atmalı ve yeni şeyler söyleyebilmeliyiz.
Ahmet Talimciler kimdir?Ahmet Talimciler, 1970 yılında İzmir Karşıyaka'da dünyaya geldi. Karşıyaka spor kulübünün minik ve yıldız takımlarında, Tarişspor kulübünün genç takımında oynadı. 1988 yılında Ege Üniversitesi Coğrafya bölümüne kaydoldu ve iki yıl burada okuduktan sonra tekrar sınava girerek aynı üniversitede Sosyoloji bölümünü kazandı. 1994 yılında "Futbolun Toplumsal İşlevi" başlıklı lisans teziyle bölümden mezun oldu. Ardından Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde 1998 yılında Türkiye'de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi başlıklı yüksek lisans tezini, 2005 yılında da Türkiye'de Futbol ve İdeoloji İlişkisi başlıklı doktora tezini tamamladı. 2001 yılında Milliyet Gazetesi Sosyal Bilimler ödülünü kazandı. 1996 yılında Araştırma Görevlisi olarak başladığı Ege Üniversitesi Sosyoloji bölümünden 2019 yılında ayrılarak İzmir Bakırçay Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Uygulamalı Sosyoloji ana bilim dalına profesör kadrosuyla geçiş yaptı. Halen aynı üniversitede görev yapmayı sürdürmektedir. Son yirmi yılda yerel ve ulusal düzeyde gazetelerde, internet sitelerinde yazmıştır. Mart 2016'dan bu yana T24'te başta spor ve gündelik hayata ilişkin olmak üzere gündeme ilişkin yazılar yazmaktadır. Karşıyaka Belediyesinin çıkartmakta olduğu Gazete Karşıyaka'nın yazarlarındandır. Bir diğer önemli tutkusu ise radyo yayıncılığıdır, üç yıl boyunca TRT İzmir Kent Radyosunda Sporun Arka Planı programını hazırlayıp sunmuştur. Halen TRT Türkiye'nin Sesi Radyosu Memleketim FM'de Spor Daima programına cuma günleri konuk olmayı sürdürmektedir. YouTube üzerinden yayınlanmakta olan Geek Futbol programının da yorumcularından birisidir. Evli ve spor tutkunu bir çocuğun babasıdır. Kitapları -Türkiye'de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi (2003,2014, Bağlam Yayınları) -Sporun Sosyolojisi Sosyolojinin Sporu (2010,2015, 2018, Bağlam Yayınları) -Futbol Yazıları (2017, Bağlam Yayınları) -Türkiye'de Futbol En Az Futboldur (2020, Spor Yayınevi ve Kitabevi) -Saçmanın İktidarı (2021, Sakin Kitap) -Beklentilerin Tersine Çıktığı Alan: Eğitim (2022, Sakin Kitap) -İlkelerimizi Kim Yazacak? Cem Can Yazıları (Yayına Hazırlayan- 2012, Moss Spor) -Fair Play Yemin İstemez (Yayına Hazırlayan-2012, Moss Spor) -Şiddet, Şike ve Medya Kıskacında Futbol ve Taraftarlık (2015, Litera Türk Academia, Müge Demir ile) -Football in Turkey (Editör- 2016, PL Academic Research) |
Öyle bir toplum düşünün ki bütün kötülükler olduğu gibi yapanların yanına kalıyor ve iyinin, doğrunun, hakkın yanında olanlar sürekli olarak kaybediyorlar. Burada ne ahlak kalır ne de başka bir şey kalabilir çünkü böylesi bir yapının karşısında hiçbir şeyin doğru, dürüst kalabilmesi mümkün değildir.
"Sporu olmasını istediğimiz şeye dönüştürmek için çalışmadığımız sürece öncelikle kendi şartlarına göre ve kendi amaçları doğrultusunda yapmamızı isteyenlerin çıkarlarını yansıtacaktır. Bu da bizi ilginç bir tercihle karşı karşıya bırakır: sporu olduğu gibi kabul eden tüketiciler olabiliriz ya da sporu insancıl ve sürdürülebilir kılmak için çalışan vatandaşlar olabiliriz"
Sınıf ilişkileri ve ticari sporlar arasındaki bağlantıda yine bu yazıdaki ilk sayfadaki işin ekonomik boyutu ile olan bağlantısına dönüş yapabilirsiniz. Top küçüldükçe sınıfsallığın arttığı gerçeği aklınızın bir tarafında bulunsun diyebilirim.
© Tüm hakları saklıdır.