Biri 19, diğeri 20. yüzyıldan iki sıradışı kıyamet romanı… Cehennem ve kıyamet ise tüm uygarlığın meselesi, çünkü “Yara, yaradır. Yaralar iyileşiyor, kapanıyor ve tam onları tamamen unutuyorsun ki, hava değişiyor ve ağrımaya başlıyorlar.”
12 Kasım 2015 13:30
“Bu karanlığı lambalarla aydınlatamazsın.”
-Arkadi ve Boris Strugatski, Kıyamete Bir Milyar Yıl
Sovyet bilimkurgusunun ünlü ikilisi Strugatski biraderlerin yazdığı ve geçtiğimiz günlerde Türkçede yayımlanan Kıyamete Bir Milyar Yıl adlı kısa roman, birkaç bilim insanının, başka bir deyişle işi bilmek olan birkaç insanın bilinmeyen güçlerle ilişkisini anlatıyor, soğuk savaş döneminin tehditleri ile paranoyalarını ön plana taşıyordu. Çalışmalarında başarılı bilim insanlarının işlerine çomak sokan biri ya da birileri vardı ama bu meçhul müdahaleci kim olabilirdi? Amerikan veya Sovyet hükümeti mi? Başka dünyalardan gelen yüksek bir uygarlığın elçileri, kısacası uzaylılar mı? Yoksa sıradan tesadüfler miydi tüm olup bitenler? Sovyet bilimine karşı bir komplo mu kurulmuştu yoksa hayal ürünü bir tehditle mi mücadele ediyordu bilim insanları? “Kaderin cilvesi” dediğimiz basit ama gizemli vakaların kıyametle, dünyanın sonuyla bir ilgisi var mıydı? Belki de bilimin öznesi olması gereken bilim insanları, farkında olmadan nesne haline gelmiş, böylece bu kıyamet öyküsünün gizli öznesi de bilinmeyen güçler olmuştu.
Strugatski biraderler bu romanda, bilimkurgunun uzaylılarla özdeşleşen meşhur “müdahale” temasını alıp çok farklı bir biçimde işliyordu. Bu eserden uzun zaman önce August Strindberg tarafından yazılan, alışılmışın dışında bir kıyamet ve müdahale öyküsü anlatan Inferno adlı otobiyografik roman da, çalışmalarına burnunu sokan birtakım bilinmeyen güçlerle mücadeleye giren bir entelektüelin öyküsünü anlatıyor. Tıpkı Strugatski biraderlerin “fantastik olayları fantastik olmayan varsayımlarla nasıl açıklarsın?” sorusunu tartışan romanında olduğu gibi, Inferno da söz konusu müdahalenin ilahi mi yoksa tesadüfi mi olduğunu çözmeye çalışan, bu nedenle kendi iç dünyasında sürekli gelgit halinde olan bir kahramanın portresini çiziyor. Her iki eser de bilinen ile bilinmeyenin çarpıştığı arenayı resmediyor bize. Biri 19, diğeri 20. yüzyılın ürünü olan ve birbirini tamamlayan bu iki sıradışı kıyamet romanı, akılcılığı derinlemesine eleştirerek modern çağın sebep-sonuç ilişkilerindeki “arıza”yı görmeye davet ediyor bizi; bunu yaparken de “arızi” edebi türler olan bilimkurgu ve fantastiğin olanaklarını ustaca kullanıyorlar.
Inferno, Encore Yayınları’nın cesur bir adım atıp yayımlamaya başladığı “Duygu Çağı Kitapları” dizisinin beşinci halkası olarak çıktı karşımıza. Daha önce Unica Zürn’ün depresif öyküsü Kara Bahar’ın, Bulgakov’un gölgede kalan ironik metni Şeytani’nin, Daniil Kharms’ın tuhaf kitabı Ufak Tefek Olaylar’ın ve Konrad Bayer’in karanlık şiirlerinin yer aldığı Kuşların Yüzeyi’nin yayımlandığı bu dizi, hem 19 hem de 20. yüzyıl edebiyatını kaplayan karanlığın bireysel ve toplumsal yansımalarını resmederken, aklın iktidarının hüküm sürdüğü bir çağda gölgelerde gizlenen muhalefeti de gösteriyor. Bu muhalefet bazen romantik edebiyatın devamı, bazen de dekadans edebiyatının temsili olarak çıkıyor karşımıza. Kimi eserler absürt, kimi eserler de gerçeküstü yanlarıyla ortaya koyuyorlar Duygu Çağı’nın portresini.
Bulgakov’un Şeytani’sini en Kafkaesk, Zürn’ün Kara Bahar’ını en melankolik, Kharms’ın Ufak Tefek Olaylar’ını da en absürt örnekler olarak ayırabiliriz. Strindberg’in Inferno’sunu ise tek bir sıfatla nitelemek zor. Öncelikle çağının öyküsünü ustaca dillendiren, 19. yüzyılın edebi profilini, özellikle de Viktoryen dönem yazarlarından bildiğimiz bir edebi portreyi çizen bir kitap bu. Tıpkı Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi’nde yaptığı gibi, bir dönemin ve zihniyetin portresi çıkıyor ortaya; cehenneme dönen, çürüyen, bozulan bir dünyanın, insanlıktan çıkma sürecindeki insanın öyküsü tamamlıyor bu portreyi.
Gerçek hayatın romanlardan daha tuhaf olduğunu düşündüren sayısız eser gibi Inferno da kahramanının paranoyalarına sahne oluyor. Aklın sesinin dinlendiği bir çağda “başka” sesleri dinlemeye çalışan bir entelektüelin hezeyanlarının anlatıldığı bu otobiyografik roman, “Duygu Çağı Kitapları” içinde dizinin hüviyetini en derinden taşıyan eser olarak değerlendirilebilir.
Strindberg dışındaki yazarların biyografilerine baktığımızda, her birinin trajik bir ölüm hikâyesi olduğunu görüyoruz. Daniil Kharms hapishanede açlık ve sefalet içinde veriyor son nefesini. Unica Zürn pencereden atlayarak, Konrad Bayer ise havagazıyla intihar ediyor. Bulgakov nispeten genç bir yaşta babasıyla aynı hastalıktan muzdarip bir şekilde göçüyor bu dünyadan. Strindberg ise intihar eden ya da genç yaşta ölen biri değil, ama bu İsveçli yazarın 1890’ların ikinci yarısında Fransızca olarak kaleme aldığı eseri Inferno, son derece karanlık bir yaşamın öyküsünü anlatıyor. Bizi, yaşarken ölmenin, arafta kalmanın trajedisiyle yüz yüze getiriyor.
Anlatıcımız ve kahramanımız olan Strindberg, hayatın sıradanlıklarıyla karşılaşıp onlardaki doğaüstülüğü mesele haline getiren, tesadüfler ile sıradışı olayları mukayese eden, neyin şans ve neyin takdiri ilahi olduğunu bulmaya çalışan bir entelektüel. Kimya ile simya arasında gidip gelen, sürekli Tanrı ve Şeytan, Cennet ve Cehennem arasında sıkışıp kalan, kendini her daim mağdur ve kurban konumunda gören bir şüpheci. Dönemin, bir çöküşün yaklaştığını muştulayan o karanlık atmosferinin sürekli vurgulandığı bu tuhaf ve gizemli öykü, bölümler ilerledikçe daha da kararırken, kahramanımızın içi de, bunalımlar içindeki bir 19. yüzyıl sonu insanından beklenileceği ölçüde kararıyor.
Viktoryen dönemin tuhaf ve tekinsiz korku edebiyatı anlatılarından alışık olduğumuz gotik ayrıntılar da metni özellikle karartan unsurların başında geliyor. Bu bağlamda Inferno’nun gotik bir gizem romanı olarak da okunabileceğinin altını çizmek gerek. Zaten “Görünmez Olanın Eli”, “Şeytan Ayartıyor Beni”, “Lanetli Bir Adamın Günlüğünden Seçmeler”, “Musibetler” gibi bölüm başlıkları da korku öykülerini hiç aratmıyor. Bilinmeyenin varlığına duyulan inanç, adeta bir hayalet öyküsündeki gibi işleniyor ama Strindberg, bizi bilinmeyenin örtüsünün kaldırılamayacağına dair erkenden ikna ediyor. Inferno, meçhulden gelip akılcı açıklamalara yönelen bir romana dönüşmeden, meçhul olanın ebediliği üzerine söyleyecek sözü olduğunun işaretlerini en baştan sezdiriyor. Asla görünür olmayacak bir görüngünün, asla bilinir olmayacak bir bilginin öyküsü bu; azınlığın bilincinde olduğu bir duygunun ve bu duygunun karanlıklarda sürünerek dolaştığı bir çağın öyküsü…
Huysmans’ın Orada’sını hatırlatacak denli karanlık bir eser olan Inferno’da, okültizm, büyü, mistisizm, simya, din (özellikle azizlik eleştirisi), akılcılık gibi temalar Strindberg’in kendi içinde tartıştığı meseleler arasında öne çıkıyor. Aslında Huysmans’ın kahramanları kadar umutsuz bir vaka Strindberg. Hatta din ve inanç söz konusu olduğunda, çöküşün büyük filozofu Cioran kadar keskin sınırları olmasa da, pes etmiş bir kahraman. Zaten Strindberg’in dönemin birçok yazarından farkı da, çağın edebiyata yansıyan tüm kasvetini alıp bir arka plan olarak değil, karakterin içine yerleşmiş bir organizma gibi işlemesi. Inferno, cehennemden hem kaçan hem de onu arayan bir kahramanın öyküsü, ama aynı zamanda dönüp dolaşıp bakacağı yerin kendi “içi” olduğunu anlayan, böylece bilinmeyen güçlerin de kendi içinde saklandığını gören, aynadaki kıyametle yüzleşen, muzaffer bir mağlubun, yaralı bir kahramanın öyküsü…
Strugatski biraderlerin 1970’li yıllarda kaleme aldıkları Kıyamete Bir Milyar Yıl ile Strindberg’in Inferno’su arasında aşağı yukarı bir yüzyıl var ve Strugatski’lerin romanındaki şu paragraf, söz konusu cehennemin ya da kıyametin sadece seçili bireylerin değil tüm uygarlığın meselesi olduğunu çok iyi anlatıyor: “Tam sükûnete erişiyorsun, kendini ikna ediyorsun, sonra yeniden başlıyor… Elbette, yirminci yüzyılla on dokuzuncu yüzyıl arasında bir fark var. Ama yara, yaradır. Yaralar iyileşiyor, kapanıyor ve tam onları tamamen unutuyorsun ki, hava değişiyor ve ağrımaya başlıyorlar. Her zaman böyle, her yüzyılda.” Strindberg uygarlığın karanlık yanını yer yer gizem öykülerinin yer yer de gotik edebiyatın olanaklarıyla irdelerken, Strugatski biraderler bilimkurgunun çok özgün bir örneğiyle yapıyor bunu. Uygarlığın gittiği yola ilişkin bir uyarı niteliği taşıyan bu iki paralel öykü üst üste okunduğunda, uygarlığın aşıp geldiği yola dair de bir harita çıkmış oluyor karşımıza. Daha da önemlisi, nerede olduğunu bilmediğimiz bir haritamızın daha olduğunu hatırlatıyor bu eserler.
Inferno’da olup biten ve kahramanımızın içinden çıkmaya çalıştığı gizemli vakalar, 20. yüzyılın Sovyet yazarları Strugatski biraderlerin yukarıda sözü edilen eserinde şüphelenildiği gibi, “tepeden inme” bir müdahalenin ürünü mü yoksa başka bir Sovyet yazarı Bulgakov’un kitabının adında zikredildiği gibi “Şeytani” bir müdahale mi? Kim bilir, belki de Duygu Çağı dizisindeki bir başka Sovyet yazarı Kharms’ın kitabının adında gördüğümüz gibi “ufak tefek olaylar” bunlar…
Kıyamete bir milyar yıl mı var, yoksa hâlihazırda kıyameti mi yaşıyor bu kahramanlar? Cehennem uzaklarda ya da yukarılarda bir yerde mi yoksa içimizde mi? August Strindberg şöyle cevap veriyor buna: “Acı çekmeye mecbursunuz zira zaten Cehennemdeyiz.”