Öykülerinde genellikle çok katmanlı bir yapı var. “Gece Gelen Salyangoz”, “Agaşon” ve “Şuayip” öykülerinde bunu daha belirgin olarak görüyoruz. Tek bir bakışla çok çeşitli tanıklıklar yaşatıyorsun okura. Hem zaman bakımından aynı anda geçmiş ve şimdiye hem de mekânlar ve kişiler bakımından öyküde hazır bulunan bir çeşitliliğe tanıklık ediyoruz. Bu yönüyle yazmak konusundaki tercihlerin ya da öykülerin vardığı nihayet uzaktan baktığımda bir akordeona benziyor, diyebilirim. Hareket halinde, çok sesli, çok bakışlı öyküler. Böyle bir dünya kurmak konusunda konuşmak istiyorum. Hikâye zihninde bu katmanlarla mı görünüyor sana, yoksa hikâyeyi anlatma yolunda bu katmanlar özellikle tercih ettiğin bir zemin mi? Ya da öykülerin ne kadarı matematik?
Teşekkür ederim Elif. İşaret ettiğin yapı aslında hayatın içindeki matematikten bağımsız değil. Gerçekle kurgunun çarpıştığı her yerde ihtimaller de kendini belli ediyor. Haliyle kurgu da bu matematikten, daha doğrusu gerçekliğin kendisinden besleniyor. Aynı şekilde barındırdığı hareket ve ses de öyle. Sadece farklı zamanlarda, mekânlarda ve artık istesek de göremeyeceğimiz yerlerde duruyorlar.
Benim hayalim, üyeleri dağılmış eski bir müzik grubunu yıllar sonra aynı sahnede buluşturup sevilen şarkılarını yeniden söylemelerini sağlamaktı. Bunu ne kadar başardım, bilemiyorum. Ama hikâyelerin zihnimde tam olarak altını çizdiğin katmanlarla göründüğünü, gürültü yaptığını, belli belirsiz sesler çıkardığını söyleyebilirim. Bu da demek oluyor ki, her birinin devam eden bir hayatı var. Çünkü bıraktıkları iz, söyledikleri söz elden ele, kulaktan kulağa aktarılmaya devam ediyor. Rüyalarımız bunu çoğu zaman mümkün kılar. Öyleyse kurgunun da bir şansı olmalı, diye düşündüm.
Bir öyküyü yazdıran, daha doğrusu onu başlatan çok ihtimal var gibi geliyor bana. Seni yazmaya götüren sebepler neler? Bir karakterden, mekândan ya da bir olaydan yola çıkmadığın, elinde bir şeyler olmadan da yazıya oturduğun oluyor mu? Burada biraz Telaş Bandosu’ndan da bir ses duyalım, diyorum. Kitaptan bir öykünün kıvılcım noktasını dinlemeyi çok isterim.
Her öykü farklı biçimlerde ortaya çıkıyor. Ancak en baskın olanı merak diyebilirim. Peşine takılıp gittiğim ve hiçbir yere varamadığım meraklarım da çok oldu. Her zaman öyküye dönüştüremedim onları. Yarım kalanlar, bir türlü yazılamayanlar, unuttuklarım. Ortada merak yoksa yazmak için uygun zamanın gelmediğini az çok kestirebiliyorum artık.
“Agaşon”un çıkış noktasından bahsetmek isterim. Beni en çok heyecanlandıran öykülerden biridir aynı zamanda.
Çocukluk arkadaşım Cevdet Ali uzun zamandır zıpkınla dalışlar yapıyor. Agaşon sözcüğünü ilk defa ondan duydum. Geçtiğimiz yıl buluştuğumuzda dalışlarından birini anlatmıştı ve suyun zeminine inerek agaşon yaptığından, büyük bir balığı kıl payı kaçırdığından bahsetmişti. O an bunun ne anlama geldiğini sordum ve balıkları kendine çekmek için kullanılan bir yöntem olduğunu öğrendim. Agaşon, sözcük olarak dile ve kulağa oturan bir sese/çekime sahip. Daha önce hiç duymadığım bir sözcük aylar sonra Ördek Eşref’in doğmasına vesile oldu.
Hem ilham verici bir yanı olduğundan hem merak ettiğimden sormak istiyorum sana. Yazma rutinin var mı, ne sıklıkla yazıya oturursun, ne zamanlar yazarsın, kalem mi tutarsın ilkin yoksa klavyeci misin, yazmanın mevsimi var mı, gecesi gündüzü var mı, kalabalıklar içinde mi yoksa yalnız mı yazarsın, arkada çalan bir müzik var mı yoksa ortama sessizlik mi hâkim?
Şimdiye kadar sadık kaldığım yazma rutinim olmadı hiç. Yazmak için uygun ortam yaratmayı da beceremiyorum sanırım. Önceden not alarak ilerlerdim, uzun zamandır not almayı da bıraktım. Unutma kaygısından uzaklaşınca anlatmak istediklerimi içimden tekrarlayarak ezberliyorum. Her şeyi zihnimde taşımaya çalışıyorum, ölçüp biçiyorum ve ana hatlar belirginleşince yazmaya başlıyorum. Dolayısıyla yazıya oturduğum zaman aralıkları sık sık değişiyor.
Kalemi de, klavyeyi de sağladıkları imkânlara göre ayrı ayrı kullanırım. Fakat yazarken klavyeyle daha rahat ilerleyebildiğim için tercihim klavyeden yana oluyor. Tabii bunda işimin de payı var. Yıllardır reklam yazarlığı yaptığım için yazıyla öykü dışında farklı bir ilişki kurdum. Bir rutin varsa o da ofis ortamındaki yazma rutinim diyebilirim. Öykü için aynı disiplini sağlayamasam da mevcut durumun işleyişi beni mutsuz etmiyor.
Her zaman olmasa bile yazarken müzik dinlediğim oluyor. İç sesim, yazının sesi ve müzik birbirine karışmıyorsa dinlemeye devam ediyorum.
Telaş Bandosu adıyla sese işaret ediyor ve öykülerde de ses meselesi çok kilit yerlerde karşımıza çıkıyor. Bu bakımdan kitabın adı öykülere çok güzel bir çatı olmuş. Biraz Telaş Bandosu adı ve seslerle ilgili seni dinlemek isterim.
Ses tek başına yaşam belirtisi olarak da okunabilir çoğu zaman. Miyavlayan kediler, havlayan köpekler, vapur düdükleri, otomobil kornaları, telefonlarımızdan çıkan sesler, kulaklıklarımızın içindeki müzikler, pazardaki satıcıların sesi, düşen veya yuvarlanan nesnelerden çıkan sesler… Örnekler çoğaltılabilir ve her birinin geldiği yer, belli belirsiz bir yaşamın sağlamasına kadar uzanabilir.
Yalnızca insanlar için değil elbette, hayvanlar için de aynı şekilde. Telaş Bandosu bu anlamda pek çok hayvanın sessizliğine de bir yaşam belirtisi olarak bakmaya çalışıyor. Gayreti o yönde. Hayvanların öykülerde karşımıza çıkan varlığı sese dönüşmeyi, yaşamın bir parçası olmayı en az biz insanlar kadar istiyor.
“Bu dünyada iyi rüyalar her zaman mümkündür.” (Telaş Bandosu, s. 87)
Tanıklık ettiğimiz sarmal “Şuayip” öyküsünde yine çok yerden sızlatıyor içimizi. Öyküde gerçek kişiler de çıkıyor yolumuza, kurguyla iç içe geçmiş bir şimdiki zaman hikâyesi diyebiliriz sanırım. Hem bundan bahsetmeni hem de gerçeklik ve kurgudaki dengeyi konuşalım istiyorum.
Gerçekliğin sağladığı imkânlar kurgunun gidişatını şekillendirirken aynı zamanda hayal kurma payları da bırakır. Uykudan uyanıklığa geçerken ya da bir rüyadan düşerken hissettiğimiz tedirginlik bunu en iyi ifade eden duygu aslında. Mesela rüyalarımızı yönetebiliyor olsak, yukarıda bahsettiğim hayal kurma paylarını da istediğimiz şekilde kullanabilir, içini doldurduğumuz gibi boşaltmayı da becerebiliriz. Öyküde kurmaya çalıştığım yapı da buna epey yakın.
Bir de hiçbir zaman tanışmadığım halde özlediğim insanlar var “Şuayip” öyküsünde. Onları kendi hayallerimin bir köşesinde görmek istedim. Daha doğrusu hayalin hayalini kurmaya çalıştım. Şuayip bu noktada bana çok yardımcı oldu.
“Behiye Hanım’a Hatıra Taşıyan Sincaplar” öyküsünde hayal içinde hayal, rüya içinde rüya var, üstelik Behiye Hanım hepsinin farkında. Anlatımdaki hâkimiyetin bu öyküyle artık tüm parıltısıyla karşımızda. Burada seni çokça övmek isterim aslında ama bu öyküden yola çıkıp sana şunu soracağım: Bir öykünün dilini kurarken neler oluyor arka planda, bazen iyi anlatamadığın, sil baştan kurduğun, sesi konusunda yanıldığın öyküler oluyor mu?
Kendime ve karakterlerime sorular sorarak ilerlemeye çalışıyorum. Arka planda olanlar aslında sorduğum sorulara aldığım, almaya çalıştığım cevapların toplamından ibaret. Yeterince merak varsa hikâyeyi örmeye başlıyorum ve beni götüreceği tüm yollara girmeye gayret ediyorum.
Elbette sil baştan kurduğum, yanıldığım ve anlatamadığımı düşündüğüm pek çok öykü oldu şimdiye kadar.
“Gazella Gazella” oldukça lirik, insanı tesiri altına alan bir öykü. Okurken acıyı, pişmanlığı, hüznü okurla bölüşüyor ve insan bağışlanmayı dilerken buluyor kendini. Bu öykü üzerine düşünürken Gazella yerine her şeyi koyabiliriz gibi geldi bana. Yaşamlarımızı ıskaladığımız her an aslında onu tam kalbinden vurduğumuz anlamına da geliyor. Gazella kaybettiğimiz iyilik de olabilir, yeryüzünün kendisi de. Elbette gerçek anlamda avımız olan bir ceylan, yitimine yol açtığımız başka herhangi bir şey. Öykünün bir daire çizmesi de bu tabloların hepsine uyuyor bana kalırsa. Sen Gazella için ne söylemek istersin?
Haklısın, Gazella’nın yerine kendimiz dahil her şeyi koyabiliriz. Çünkü bizi peşinden sürükleyen tüm duygular, günün sonunda feraha çıkmak ve rahat nefes almak için bir tür lokomotif görevi görüyorlar. Başarılı olmak, kavuşmak, haklı çıkmak ve daha pek çok istek. Özür dilerken de, teşekkür ederken de böyledir. Hep aynı iç rahatlığının hayalini kuruyoruz. Olsun istiyoruz çünkü. İhtimali bile iyi geliyor bize.
Henüz Gazella’nın çizdiği dairenin dışına çıkmayı başaramadım. Belki de bu yüzden onun yerine her şeyi koymanın mümkün olduğu hissi kendini bu kadar açık ve savunmasız bir şekilde belli ediyordur. Zira Gazella da savunmasızdı.
“İstasyon” öyküsüyle sahnedeyiz. Biraz oyuncunun gözünden, biraz oyuncuya bakışla kurulmuş bir öykü. Buradan tiyatroya bir U dönüşü yapalım, bu alanda bir şeyler üretmek istiyor musun?
Üniversitede tiyatro eğitimi aldım. Öğrencilik yıllarımda yazdığım oyunlar oldu. Ancak öykü her zaman daha fazla ilgi bekledi benden. Bir gün yeniden oyun yazmak ve yazdığım oyunun sahnelendiğini görmek isterim elbette.
“Telaş Bandosu” ve “Her Şarkıyı Çalan Bando” hayaller, rüyalar, planlar, öğütler, çok yaratıcı fikirlerle dolu iki öykü. Üstelik deliliğin nasıl bir müessese olduğunu da birinci ağızdan öğreniyoruz. Kâğıt üzerinde yaşayan bir kediyle bile tanıştık. Bu öykülere istinaden senin kâğıt üzerindekilere sadakatini sormak istiyorum.
Kâğıt üzerindekilerle arkadaşlık kurmak kendimi iyi hissettiriyor. Dostluğa dönüşürse ne mutlu! Gül gibi geçinip gideriz ve böylece paylaştığımız bir yaşamımız olur. Kitaptaki bazı öykülerin girişinde şarkılarından alıntı yaptığım, Hariçten Gazelciler grubunun kaptanı rahmetli Ömür Kılıçaslan’ın bir şarkısıyla cevabımı tamamlamak isterim.
“Dostluk bir çiçektir / Koklamak lazım gelir her dem / Ama soldurmamak da gerek”
Kapanış için Bekir Vian’dan bir soru ödünç almak istiyorum ama sakın cevap verme!
“Yanında ne kadar hayal taşıyorsun?”
Semih Öztürk 1989’da Giresun’da doğdu. Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü mezunu. İlk kitabı Önce Dağlar Kar Tutacak, 2018 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne değer görüldü ve aynı yıl Varlık Yayınları tarafından yayımlandı. Kedisi Palto ile İstanbul’da yaşıyor ve bir reklam ajansında metin yazarlığı yapıyor. Telaş Bandosu ikinci öykü kitabı.