İngilizce ve İspanyolcadan Türkçeye otuzu aşkın eser çeviren Seda Ersavcı ile çeviri ve çevirmenlik üzerine konuştuk...
23 Şubat 2017 13:54
Tüm boyutları dikkate alındığında çeviri etkinliği kültürel, dilsel, edebi, sosyo-politik ve ekonomik pek çok neden ve sonuç içeren bir uğraş alanıdır. Özellikle edebî çeviri, teoride ve pratikte pek çok sorun, ikilem ve tartışma içerir. Bu anlamda farklı çeviri stratejileri, yöntem ve teknikleri söz konusudur. Karmaşık ve risk içeren çeviri sürecinde özne, çevirmendir. Edebiyat çevirilerinde, çevirmen gölgedeki sessiz yazar konumuyla sadece bir dilden bir başka dile anlamları aktarmaz, aynı zamanda iki dünyayı da (dünya her şeyden önce dilsel bir gerçekliktir) birbiriyle tanıştırır. Bu nedenle çevirinin tabiatı, çevirmenin hem bir zanaat hem de sanat icra etmesini gerektirir.
İngilizceden ve İspanyolcadan Türkçeye otuzun üzerinde eser çeviren Seda Ersavcı ile çeviri ve çevirmenlik üzerine konuştuk. Ersavcı, Ankara Üniversitesi’nde İspanyol Dili ve Edebiyatı eğitimi aldı. Barcelona’da Edebiyat Teorisi ve Karşılaştırmalı Edebiyat yüksek lisansı ve doktorası yaptı. Kağıt Ev, Lümpen Roman, M Treni, Yarın Savaşta Beni Düşün, Paris Esrimesi, Kamçatka, Bu Da Geçecek çevirilerinden bazıları.
İngilizce ve İspanyolca metinleri Türkçeye taşıyan bir çevirmensiniz. Edebiyat teorisyenleri tarafından da çok sık tartışılmış bir konu ile giriş yapmak istiyorum bu söyleşiye. Çeviri sizin için bir “aktarım” mı yoksa “yeniden yazma” biçimi mi? Başka bir deyişle, siz bir aktarıcı-çevirmen mi yoksa okur-çevirmen misiniz?
Kendimi böyle tanımlara sokamam sanıyorum ama genel bir ifadeyle biz çevirmenlerin, yazarın dilini ve niyetini olabildiğince koruyarak metni yeniden yazdığımızı düşünüyorum. Bana kalırsa ortada hem bir yazma hem de aktarma eylemi var. Sonuçta bir dil değişimi söz konusu; bir dili, bir kitabı başka bir dil için değiştirmek, dönüştürmek. Bunun mekanik bir şey olduğunu düşünmüyorum ben. Yazarın cümlelerindeki her bir duyguyu da yansıtabilmeniz ve bunu kendi dilinizde yapmanız gerekiyor. Benim nezdimde çeviri, orijinal metnin bir kopyasından çok daha öte bir şey ve öyle de olmalı.
Thomas Bernhard, bir söyleşisinde1 çevirinin imkânsız ve her çevirinin aslında tümüyle bir yeniden yazma/yaratma olduğunu belirtiyor. Bu görüşü için de başka dile çevrilmesi imkânsız dediği bazı Almanca sözcük örnekleri veriyor. Bazı yerel ya da ulusal dillerin başka bazı dillere çevrilemezliği diye bir sınır çizilebilir mi? Bütünüyle olmasa da, en azından çeviride bir seçicilik gözetilmeli mi? Örneğin, iki dil arasında aşılmaz nitelikte yapısal, dilbilimsel farklar söz konusuysa.
Çeviri şimdiye kadar pek çok kez ütopik bir uğraş, hatta bir ihanet olarak tanımlandı. Mümkün olup olmadığı, dahası metne sadık olmanın doğru olup olmadığı belki milyonlarca kez tartışıldı. Milan Kundera’nın da çevirmenler konusunda benzer bir olumsuz tutumu var mesela. Thomas Bernhard çok sevdiğim ve saydığım bir yazar; ne var ki ben aslında her yazarın gönlünde olabildiğince çok okura ulaşma arzusu yattığına inanıyorum. Dolayısıyla bu “çevrilemezlik” ithamının pek de yazarları mutlu edebilecek bir görüş olduğunu düşünmüyorum. Öte yandan bu konuda daha çok Edith Grossman ile hemfikir olduğumu söyleyebilirim; ben de onun gibi “çevirinin çözülmesi güç bilmeceler ve sorunlarla dolu, ilginç ve gizemli bir uğraş”2 olduğuna hâlâ içtenlikle inanıyorum, ayrıca bu işin yapılabileceğini düşündüğüm için bu işi yapıyorum. Grossman, bana kalırsa bunu çok güzel ifade ediyor: “Çeviri mümkün müdür, mümkün olabilir mi ya da mümkün olmalı mıdır?” sorusuna, “Kimsenin aklına bir oyuncunun bir rolü ya da bir müzisyenin bir müzik parçasını yorumlamasının mümkün olup olmadığını sorgulamak gelmez,” yanıtını veriyor. Bu bir yana, ben zaten çevirinin bir yapıtı başka bir dilde, elbette ki belli bir çerçeve içerisinde, “yeniden yazma” olduğunu yadsımıyorum. Sonuçta bir eser sözcükler toplamından çok daha fazlasıdır. Bu bağlamda belki de iki dil, o iki dilin içerdiği duygu ancak çeviride buluşabilir. Çünkü, bana kalırsa, çeviride yazarın niyetine, tonuna, duygusuna sadıklık önemlidir.
Çevirdiğiniz metinlerle nasıl ilişki kuruyorsunuz? Türkçeye çevirdiğiniz metinler üzerine deneme ve eleştiri yazıları yazıyorsunuz. Öğle Yemekleri’nin çevirmeni olarak Evelio Rosero ile bir söyleşi de yaptınız. Metnin/yazarın peşini bırakmayan bir okur olduğunuzu söyleyebiliriz.
Bende yer eden kitapları çevirmeyi seviyorum; bir iz bıraksın, bir şey söylesin istiyorum, sevmediğim kitabı çevirmek olanaklı gelmiyor bana. Nasıl ki her okuduğumuz kitabı aynı şekilde sevmiyorsak her çevirdiğim kitaba da aynı duygularla bağlanmıyorum elbette ama en azından bir yerinden, bir şekilde bana dokunan kitapların peşinden gitmeyi seviyorum. Aksi takdirde o eserin içinde barındırdığı duyguları aktarmam mümkün olmazmış gibi geliyor. Sonrasında da ne kitabı ne de yazarı bırakmam mümkün oluyor artık. Yalnızca çevirdiğim kitaplar için geçerli bir durum da değil bu, aynen dediğiniz gibi okur olarak da böyleyim. Edebiyatın tüm hayatımı kaplamasını seviyorum ben.
Çevirdiğiniz yazarların çoğu Türkiyeli okurların daha önce tanımadığı ya da az tanıdığı isimler. Bunu da gözetecek olursak; çeviri bittikten sonra okurdan beklentiniz nedir?
Nasıl ki yeni bir isimle tanışmak beni çok heyecanlandırıyorsa okurların yeni isimlerle tanışmalarını sağlamak da bana çok heyecan verici geliyor. Elbette bilinen ve sevilen isimleri çevirmenin de ayrı bir güzelliği var ama bana bu “yeni” kavramı da bir bu kadar harika geliyor işte.
Bence edebiyatla çok şahsi bir ilişki kuruyoruz. Hiç kimseden benim sevdiğim kitapları sevmesini bekleyemem, dolayısıyla kitabı okumalarından ve yeniliklere açık olmalarından başka bir beklentim de yok aslında.
Yukarıdaki soruyu bir de tersten sormak istiyorum. Sizin okur olarak çevirmenden beklentiniz nedir?
Çevirmen metne sahip çıksın, hatta metni kucaklasın istiyorum. Metne özenle, saygıyla ve sevgiyle yaklaşsın.
Okur kitlesini gözeterek mi çeviri yapıyorsunuz? Metne göre okur kitlesi gözetilerek çeviri yapılır mı?
Hayır, okur kitlesine göre çeviri yapmıyorum. Ben “bu işin doğrusu şudur”, “şu yanlıştır” gibi ifadeleri sevmiyorum. Herkesin farklı bir çalışma yöntemi var, herkesin metne ve yaptığı işe farklı bir bakışı var. Dolayısıyla “yapılır” yahut “yapılmaz” gibi bir cümle kuramam. Sadece ben öyle çalışmayı tercih etmiyorum. Kendimi gözeterek çalışıyorum diyebilirim; okumaktan zevk aldığım ve başkalarının da okumasını isteyeceğim kitapları çevirmeyi tercih ediyorum. Aslında bir dostunuza yahut tanıdığınıza kitap tavsiyesinde bulunmaktan çok da farklı değil sanırım benimki…
Özgün metindeki kültürel göndermeleri anlama sorununu aktarılan dilde nasıl çözüyorsunuz?
Her bir dilin kendi geleneği ve kültürü vardır elbette. Ben çoğunlukla bunların başka bir dile aktarılabileceğine inanıyorum, en azından bağlamların yansıtılabileceğini ve gerektiği takdirde kimi anlamların yeniden yaratılabileceğini düşünüyorum. Bu noktada hem özgün metindeki kültürü hem de aktarılan dildekini mümkün mertebe tanımak gerektiği, ancak o zaman aktarmanın, yansıtmanın yahut yeniden yaratmanın olanaklı hâle gelebildiği kanaatindeyim.
Türkiye’de istediği metinleri çeviren çok az sayıda çevirmen var. Orijinal metinleri yayınevlerine siz mi öneriyorsunuz yoksa teklif mi alıyorsunuz?
Evet, bu anlamda çok şanslı olduğumun farkındayım. Bu şekilde çalışabilmek bir lüks, hatta bir lütuf gerçekten de. Benim önerdiklerim de vardı ama daha çok teklif alıyorum.
Etik ikilem konusuna değinmek istiyorum. Özgün eserde yer alan bir tecavüz pasajını çevirirken, söz alma ihtiyacı hisseder misiniz? Çevirmen açıklayıcı dipnotları hangi durumlarda kullanmalı?
Hayır, hissetmem. Sonuçta bir çevirmen olarak o metni en baştan reddetme hakkına sahibim ama şayet metni kabul etmişsem orada yazılanlara böylesi bir müdahalede bulunma hakkına sahip olduğumu kesinlikle düşünmüyorum. Bu yazara müdahale etmek, yazar rolüne soyunmak olurdu. Oysa metnin yazarı siz değilsiniz ki…
Dipnotların okura yardımcı olması amacıyla kullanılabileceğini düşünüyorum, yoksa yazara kafa tutmak yahut destek vermek için değil.
Çeviri yaparken metinle nasıl mesafelenirsiniz? Yazarla ve metinle özdeşleşme konusunda siz kendinizi nerede görüyorsunuz?
Sanıyorum ben metinle mesafelenmiyorum. Çeviri yaparken benim için tüm sınırlar ortadan kalkabiliyor. Tabii bu metinden metne değişen bir durum ama yine de genelde böyle olduğunu söyleyebilirim. Yalnızca kimi metinlerle tamamen iç içe geçiyor, kimileriyle daha az yakınlaşıyorum, yine de illa bir bağ oluşuyor. Ben o yazarla ya da eserde geçen kahramanlarla birlikte gözyaşı döküyor, kahkaha atıyor, seviniyor, üzülüyor, öfkeleniyor, acı çekiyorum. Metni yaşamayı seviyorum. Bana böylesi anlamlı geliyor. Zaten ancak ilişki kurabildiğim metinleri çeviriyorum, öte yandan ilişki kuramadığım metni çevirebileceğime de inanmıyorum.
Bir kültürden bir başka kültüre metin taşıma işine çeviri dersek, çeviriyi bir kültürlerarası ilişki biçimi olarak değerlendirir misiniz?
Çevirinin hayatın, dünyanın ve edebiyatın zenginleşmesinde hayati bir rol oynadığına inanıyorum aslında. Nasıl ki edebiyat hayatı beslerse çeviri de aynı şekilde besler hayatı. “Yabancı olanı bildik olana” dönüştürür. İki dil arasında bir diyalog kurar, bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm dünyalar arasında bir köprü görevi görür.
Tim Parks'ın Ben Buradan Okuyorum3 kitabında üstünde durduğu, çeviriyle dolaylı ilgili bir sorun var: Parks, edebiyat piyasasının küreselleşmesi bağlamında, bazı yazarların daha en baştan uluslararası okur için yazmaya yönlendiğini/yönlendirildiğini söylüyor. Uluslararası okura yönelik bir edebiyatın yaratıcılığı ve özgünlüğü olumsuz etkilediği düşünülürse, çeviri faaliyetlerinin birkaç dilde yoğunlaşmasının bunda payı olduğu söylenebilir mi?
Tim Parks’a katılıyorum, ayrıca İngilizce (daha eski bir dönemdeyse Fransızca) çevirilerin “dilsel köprü işlevi” gördüğü düşüncesine de katılıyorum. Genel olarak farklı farklı “pazarlara” girebilmek için öncelikle İngilizceye çevrilmek zorunda olmak gibi bir durum söz konusu ne yazık ki. Öte yandan İngilizce yayın dünyasında çeviri eserlere daha az yer verme gibi bir durum da söz konusu. Gelgelelim çevirinin dünyanın büyümesini sağladığını, sınırları aşmaya yaradığını, bu anlamda sırt çevirebileceğimiz bir uğraş olmadığını unutmamak gerektiğini de düşünüyorum.