Ressam Behçet Safa, 85 yaşında yaşama veda etti. Safa'yı Ferit Edgü'nün sözleriyle uğurluyoruz: "Bir gün bana Paris'te şöyle demişti; 'Bu resimleri kırıp atmak, yakmak ve o kalıntıları sergilemek istiyorum.''"
07 Aralık 2018 03:00
Behçet Safa’nın yaşam kitabını yazmak için kolları sıvamış olan Burak Fidan, yeni yıldan önce eşiyle yapacağı İtalya’nın Elba adasına yolculuğuna hazırlıklarını yaparken, son üç dört gün boyunca açtığı telefonlara yanıt alamadığından yakınırken bu kez “Merak etme, Safa bu, birden bir yerden çıkıverir” diyemedim. ‘’Umarım kötü bir haber almayız’’ dedim. Kötü haber… Kimden alacaktık ki?
Kırk yıldır yaşadığı Elba adası üzerindeki Capolivery köyünde herkes tanırdı Safa’yı. Sokağa çıktığında, bir bistroya uğradığında, ona karşı bir sevgi gösterisi oluşurdu. Köyün bir simgesi gibiydi. Sözcüğün tam anlamıyla bir münzeviydi diyeceğim, ama değil, tam tersine bu dünyanın içinde, bu insanların içinde, onlarla soluk alıp veren, onların kavgasına ortak olmak isteyen biriydi. Bu dünyanın yaşanılası bir dünya olmasına ve karınca kararınca bu güzel düşün gerçekleşmesinde küçük de olsa payı olsun istiyordu. Görüyorsunuz, hâlâ onun sanatçı kişiliğinden, ressamlığından, resimlerinden söz etmedim. Bunlar için henüz çok erken. Kaldı ki, tüm bunlarla ilgilenmiyor gibiydi. Oysa sanatını bu inançları doğrultusunda “icra” ediyordu.1960’ların başlarında Paris’e geldiğinde hepimiz gibi kendine bir yol arıyordu. Genç bir sanatçının yolu, genellikle kendinden öncekilerin yoludur.
Safa da o günlerin moda akımlarının (soyut sanat, non-figüratif resim) etkisine girdi. Sanatçılarla yakın ilişkiler kurdu. Onların özgün baskılarını gerçekleştirirken ünlü bir atölyede çalıştı. Bu arada, Türkiye’de genç yaşta yaşadığı veremi depreşti ve yolu hastanelere, sanatoryumlara düştü. Böylece yavaş yavaş Safa (eğer deyim yerindeyse) olgunlaşmaya değil, oluşmaya başladı. Kişiliğinden söz ediyorum. Sanatı da bunu izledi. Daha sonraki yıllarında Safa’nın yaşamının izini sürmedim, süremedim. Ben Türkiye’ye dönmüş, o yepyeni kişiliğiyle yepyeni bir tür serüvene atılmıştı. Daha doğrusu dünyanın sınırlarına. Ordan oraya gidiyor, resimler yapıyor; sergiler açıyor (Fransa’da, Almanya’da, Hollanda’da, İsveç’te, İtalya’da…) ama tüm bunlar ona yetmiyordu. Sanırım, bu dönemde başlayan ve son günlerine değin süregelen derdi, eşitsizlik, sömürü, savaş ve kirlilikle ilgili başkaldırısını resminde yeterince dile getirip getirmediği sorunuydu.
Resimleri, belli bir tarihten sonra cinselliği de içeren toplum ahlakına yöneltilmiş imgelerle, figürlerle, renk ve biçimlerle zenginleşmişti. (Biliyorum, o bu sözcüğü sevmez: zenginlik onun dilinde, yoksulluğun karşıtıdır.) Bir gün bana Paris’te şöyle demişti; “Bu resimleri kırıp atmak, yakmak ve o kalıntıları sergilemek istiyorum.’’
Gençlik arkadaşımdaki bu şiddeti barındıran başkaldırı duygusunun ne zaman
başladığını bilmiyorum. Bildiğim, ölümüne değin, eksilmeden sürdüğüdür. Öylesine ki, hiç kuşkusu yok, giderken öteyakaya onu da beraberinde götürmüştür.