"Ona ilk mektuplarımı, gençlik içtenliğiyle, Paris’ten ve Bruges’den yazmıştım; yanıtladığında, içinden geçtiğim karanlık tünelin ucunda bir ışık topu belirdiğini söyleyebilirim..."
01 Haziran 2017 14:24
İtirafsa itiraf, ki kaç okuru ilgilendirir bilemem, tasalanmam da : Yaşım ilerlerken, Yazı’nın Hayat ile birebire yakın ilişkisini odağına alan metinlere daha bir odaklanır oldum: Özyaşamöyküleri, günceler, yazışmalar — itirafsa itiraf, bütün bir itiraf sahası. Şüphesiz “içini dökme” ekseninde dikkat kesilmek gerekir: Cevher seyrek çıkar buradan, daha sık: Cürûf.
Yolda ayıklıyor, seçiyor insan, özgün ve gözüpek olanları yanına alıyor, yüzeysel ve düzmece örnekleri çarçabuk tasfiye ediyor. Son, Libanios’un özyaşamöyküsünü okuyordum, Antakya sarayında kafa kafaya verdiği, bir kuyruklu yıldız gibi hayatının ve çağın içinden hızla, bana kalırsa kalıcı derin izini bırakıp geçen Julianos’un partöneri, 1700 yıl ayırıyor ikisinden bizi, hemen yanıbaşımızdalar oysa: Bambaşka dünyalarda sorunlarımız, kaygılarımız, arayışlarımız nasıl oluyor da handiyse çakışıyorlar?
Öncesinde, kısa bir önsöz yazacaktım, birkaç gün boyunca Wallace Stevens’ın mektupları arasında, birinden ötekine sıçrayarak ilerleyedurayım, yakın geçmişte kurduğum bir cümleyi yeniden onayladım: Biraraya getirilen kimi yazar mektupları, hepsi değil tabiî, yazarının farkına varmaksızın bir tür yazı günlüğü tuttuğunu gösteriyor.
Mektup, benim kuşağımla kuğunun son şarkısını söylemiş oldu gibi geliyor bana: Yeni teknolojik mecralar yerini dolduramaksızın dolduruverdi. Hepimiz adına konuşamam, yersiz olur, benim hayatımda ağırlıklı yeri var mektubun — hâlâ, canyoldaşımla, eviçi yazışırız bazan! Yazın/kültür dünyasıyla ilişkilerimde de bir odak noktası niteliği taşıdı. Genç yaşta birkaç yıllığına yurtdışında yaşamaya gittim, dönüşümde yakın ve kalıcı ilişkiler geliştireceğim, yaşça benden büyük usta-dostlarla mektup yoluyla tanıştım: Yusuf Atılgan, Ferit Edgü, Nermi Uygur ilk aklıma gelen örnekler, zamanla kankardeşi mi kanka mı, sıkıfıkı olunacaktı.
Yusuf Atılgan zaten haritanın bir ucundaki adresindeydi: Manisa’nın Saruhanlı kazasının Hacı Rahmanlı köyünde — gün geldi gittim oraya, evinin etrafında dolandım, çoktan İstanbul’a taşınmıştı oysa, komşu sayılırdık artık. Ona ilk mektuplarımı, gençlik içtenliğiyle, Paris’ten ve Bruges’den yazmıştım; yanıtladığında, içinden geçtiğim karanlık tünelin ucunda bir ışık topu belirdiğini söyleyebilirim — iki mektubunu buraya alıyorum.
Serpil Atılgan’ı son ziyaretimde, birkaç ay oldu, evdeki çerçeveli fotoğraflardan birinde, birarada, yüzümü görünce içimi hararet kapladıysa, “aile”den olduğum içindi. O nedenle, şimdi yazacaklarımı Serpil’in anlayışla karşılayacağına inanıyorum:
Yalnız bizim “edebiyat dünyamız”ın mı, hayır, bana sorulursa, bütün “modern edebiyat çağı”nın en ayrıksı, çizgidışı aşk hikâyelerinden biridir Serpil-Yusuf çiftininki. 1959, Aylâk Adam’ın alev topu gibi edebiyat ortamına düştüğü günlerde, metropolden kırık dökük köyüne dönmüş yazara uzaktan, genç bir kızdan gelen mektup asıl uzun öyküyü başlatır. Ayrıntılara girmek bana düşmez, bildiğim kadarını kendime saklamak durumundayım, bütün söyleyebileceğim: Yaklaşık onyedi yıl boyunca, kısa süreli buluşmalar ayrı tutulursa, sonunda birlikte yaşamaya karar veresiye soluk soluğa mektuplar üzerinden yürümüş o ilişkinin “belgeler”i Serpil’in bir çekmecesinde. Bir roman kahramanıdır o; tiyatro oyunculuğu, caz şarkıcılığı, bir avuç insanın koyu serüveninden haberdar olduğu, kendini bile isteye sis altında saklayan bir portre. O mektupları yaşarken yayımlamaya yanaşmamasını anlıyorum, korkum onları bir gün yoketmeye karar vermesi — ki bunu da anlarım.
Benimkisi gene de bir açık çağrı işte. Onları, uygun göreceği bir gelecek zaman için hazır tutsun: Eşi benzeri zor bulunur bir Leylâ ve Mecnûn çeşitlemesi.