Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan, bugünkü yazısında "Kürt meselesi'nin patlak vermesinde de, zamanla bir terör örgütüne evrilecek boyutlara erişmesinde de birinci derecede sorumluluk bize aittir" ifadelerini kullandı. Türkiye'nin Kürt meselesini kalıcı olarak çözmesinin tek yolunun "İslâmî kimliğin ve duyarlıkların sarsılmaz bir şekilde güçlendirilmesi" olduğunu öne süren Kaplan, "200 yıldır bu mazlum ümmet, zulmün, tecavüzün her türünü yaşadı! Şimdi, ayağa kalkma zamanı!" diye yazdı.
Yusuf Kaplan'ın Yeni Şafak'ta "Son Kale Türkiye’yi düşüremeyecekler!" başlığıyla yayımlanan 26 Temmuz 2015 tarihli yazısı şöyle:
***
Şunu iyi bileceksiniz: PKK meselesi, sadece Türkiye'nin meselesi değildir artık. O yüzden mesele karışık ve karmaşık. O yüzden herkes karışıyor meseleye! O yüzden herkes kaşıyor meseleyi!
Kürt Meselesi: Sekülerleşmenin meyvesi
Elbette ki, “Kürt meselesi”nin patlak vermesinde de, zamanla bir terör örgütüne evrilecek boyutlara erişmesinde de birinci derecede sorumluluk bize aittir; bu ülkede Müslüman kimliğini yok ederek, seküler bir kimlik icat etme aymazlığı gösteren Türkiye'nin metamorfoz yemiş entelijansiyasının toplumu tepeden sekülerleştirme projesine soyunma sergüzeştliği sergilemesine!
Tarih yapmış bir toplumun kendi eliyle bile isteye intihara sürüklenmesidir, ülkeyi ve ardından da toplumu sil baştan seküleştirme projesi.
Türk sekülerleşme projesi, çağrı'mızın çağrı'sını kurması anlamında çağdaşlaşma hamlesi değildir. Tam tersine, bizim iddialarımızın, çağ açacak ve çağ aşacak medeniyet yolculuğumuzun inkâr edilmesidir. Batılılar tarafından sömürgeleştirilemeyen tek ülke olan Türkiye'nin kendi kendini sömürgeleştirme aymazlığı göstermesi yani.
Batılıların kurdukları modern / seküler çağ'ın ağlarına ve bağlarına bu toplumu bağlaması, hapsetmesi, kendi iddialarını inkâr etmesidir: Bu kültürel / varoluşsal inkâr, kültürel / varoluşsal intiharın eşiğine sürükledi hepimizi.
Kültürel inkârdan intihara
İşte önce “Kürt meselesi”, ardından da PKK meselesi bu kültürel inkâr'ın yol açtığı sosyokültürel boşluktan istifadeyle zuhûr etti kaçınılmaz olarak.
Müslüman bir toplumda, hele de onlarca etnik azınlığın yüzlerce yıl birlikte, bütün farklılıklarını korumalarını, yaşamalarını sağlayan muazzam bir barış düzeni ve medeniyet tecrübesi geliştirmiş bir Müslüman (dikkat: seküler değil, Müslüman) toplumda böyle bir sorunun zuhûr etmesi olmayacak bir şeydi!
Ama Türkiye, medeniyet iddialarını inkâr edip de, seküler intiharın eşiğine sürüklenince, bir yığın varoluşsal sorunun yanı sıra etnik Kürt sorunu da zuhûr etti: Bu, zaten önlenemeyecek bir şeydi!
Seküler kimlik, ulus kimliği üzerinde/n varolabilir: Ulus ve etnik kimlikler ekseninde “çıkar”ı, “ulusal çıkar”ı, giderek “etnik çıkar'ı, kimliği, duyarlıkları kutsar ve her an patlamaya hazır bir “bomba”nın fitilini ateşler.
Türkiye, sekülerleştikçe, toplumda ulus ve etnisite ötesi İslâmî kimlik ve duyarlıklar aşındı. Etnik kimlik, putlaştırıldı.
Meselenin ikinci boyutu, dış boyutu bundan sonra, işte tam da etnik kimlik ve duyarlıkların, İslâmî kimlik ve duyarlıkların önüne geçtiği sosyo-politik ortamda devreye girdi:
Ümmet bilinci yerine etnik bilincin yerleşmeye başlaması, Batılıların (başta İngiltere ve Almanya oImak üzere, İsrail, Fransa ve ABD'nin) bu sorunu kaşımalarına uygun zemini yeşertti. Gerisini hepimiz biliyor ve ürpererek yaşıyoruz bu meş'um hikâyenin...
Takozlar ve keşfedilmeyi bekleyen hazine: Osmanlı
Geleceğim nokta daha hayatî: Kürt meselesi, Türkiye'nin İslâm dünyasının umudu olduğu bir sırada, tam anlamıyla takoz oldu: Türkiye'nin medeniyet coğrafyasına açılmasını engelleyen büyük bir takoz!
Türkiye'nin bu sorunu kalıcı olarak halledebilmesinin tek yolu var: İslâmî kimliğin ve duyarlıkların sarsılmaz bir şekilde güçlendirilmesi. Her tür etnik hak ve hukukun verilmesi ve bütün farklılıkların muazzam bir zenginlik olarak doyasıya yaşanması.
Şimdi bunu hayal olarak görenler ve bana saldırı için sıraya geçenler çıkacak, bunu adım gibi biliyorum! Ve şunu söylüyorum:
Etnik kimlik biçimlerini kutsamak, etnisiteler arasında yalnızca çatışma alanlarının çoğalmasıyla sonuçlanmıştır. Batılıların istediği şey de budur!
Bu zokayı yutmayalım ve Toynbee gibi tarihçilerin ve tarih felsefecilerinin gördüğü şeyi artık biz de görelim:
Batı uygarlığı, farklı kültürlerle, medeniyetlerle ve dinlerle yaşama tecrübesi üretemedi. Bu tecrübeyi, Hintliler de, Çinliler de üretemedi. Yalnızca Müslümanlar üretti. En mükemmel örneğini de üç kıtanın kesişme noktasını 500 yıl barış adasına dönüştüren Osmanlı medeniyeti geliştirdi. O yüzden Osmanlı, insanlığın geleceği!
Nasıl bir hazinenin üzerinde oturduğumuzu bilir de, Osmanlı medeniyet tecrübesinin ruhunu iyi özümseyerek yaptığımız yanlışlıkları aşabilirsek, tarihi yeniden biz yapacak uzun bir yolculuğa çıkabiliriz yine, yeniden ve yenilenerek...
İki seçenek var önümüzde
İki seçenek var önümüzde:
Ya ümmet bilincini değil etnik kimlik bilincini kışkırtan sekülerleşme sürecini hızlandırarak Türkiye'nin etnik kimlikler üzerinden parçalanmasını ve tarihe veda etmesini adım adım yaşayacağız!
Ya da kendimize geleceğiz, bütün etnik, ulusal sınırları aşarak medeniyet ufkumuza kavuşacak ve tarihe yürüyerek, tarihi yeniden yürüteceğiz!
Son Söz: 200 yıldır bu mazlum ümmet, zulmün, tecavüzün her türünü yaşadı!
Şimdi, ayağa kalkma zamanı!
Unutma!
Çile çile vaktini dolduran, olgunlaşan bir zafer vardır!
Şer güçler, oyunlarıyla, fitne-fesat şebek-e-leri piyonlarıyla, her yeri düşürdüler! Son Kale Türkiye'yi düşüremeyecekler -Allah'ın izniyle!
Su akacak, yatağını bulacak. Ve hakikat ırmağı, herkesi sulayacak...